6 Mayıs 2008 Salı

Hakani'nin Medayin Harabeleri adlı kasidesine Hüseyin Daniş'in Yaptığı Tesdis

HÂKÂNÎ’NİN MEDÂYİN HARABELERİ ADLI ÜNLÜ KASİDESİNE
HÜSEYİN DÂNİŞ’İN YAPTIĞI TESDİS
Mehmet ATALAY
Tam adı Efdalüddin Bedîl (İbrahim) b. Ali olan Hâkânî, 520/1126’da Gence’de doğmuştur. Necîbüddin Ali adlı dülger bir babanın ve sonradan müslüman olmuş bir annenin oğludur. Amcası Kâfiyüddin b. Osman’ın himayesinde Arapça ve Arap edebiyatı okudu. Devrinin revaçta olan ilimlerini de öğrendi. Önceleri Hakâyıkî mahlasını kullandı. Hz. Peygamber’in şairi Hassân b. Sâbit’e benzetilerek, Hassâ-nü’l-Acem unvanı verildi. Dönemin tanınmış şairlerinden Ebu’l-Alâ-i Genceî’nin öğrencisi oldu ve onun kızıyla evlendi. Şirvanşahlardan Ebu’l-Muzaffer Hâkân-ı Ekber, şaire meliküşşuarâ ve nedîmuşşuarâ ünvanlarını verdi. 551-2/1156-7’de hacca gitti. Bu seyahatinde Tuhfetü’l-Irâkeyn adlı seyahatnamesini kaleme aldı. 570/ 1174’te tekrar hacca gitti. Hacca giderken uğradığı Medâyin’de Sasanîler’in kalıntısı olan harabeleri gördü ve bu harabeleri anlatan kasidesini yazdı. 569/1199’da Tebriz’de öldü ve Sürhâb denilen yerde bulunan Makberetü’ş-şuarâ’da defnedildi.
İran edebiyatının büyük şairlerinden olan Hâkânî, keskin zekâsı ve geniş hayal gücü sayesinde şiire yenilikler getirdi. Şiirlerine, geniş şekilde yer verdiği İslâmî unsurlar yanında, annesinden öğrendiği Hıristiyanlıkla ilgili unsurları da kattı. İran şiirine şekil bakımından yenilikler getiren Hâkânî, şiirlerinde genellikle kısa vezinleri kullandı. Kasidede matla yenileme sistemini getirdi. Beyit sayısı bakımından da kasideyi zenginleştirdi.
Kaside, terkib-i bend, kıta, gazel ve rubailerinden oluşan Divan’ı, 17500 beyit ihtiva eder. Bu divanda yer alan kasidelerden biri de, yukarıda belirtildiği gibi 570/ 1174 yılında hacca giderken uğradığı Medâyin’de Sasanîler’den kalma harabeler hakkında yazdığı kasidedir. Hitâb-ı Hâkânî be Harâbât-ı Medâyin adlı ve kırk iki beyitten ibaret olan bu kasidede Hâkânî, eski İran medeniyetinin kalıntıları olan Medâyin harabeleri karşısında duygularını hüzünlü bir şekilde ifade etmiştir.
Hüseyin Dâniş (1870-1943), Hâkânî’nin bu kasidesini tesdis ederek Rıza Tevfik’e ithaf etmiş, o da yazdığı bir mukaddime ile birlikte eseri yayımlamıştır. Aşağıda Hüseyin Dâniş’in söz konusu tesdisinin çevirisi sadeleştirilerek verilmiştir.
1- Bir gece gönlüm düşünce vadisinde dolaşıyordu, bu dünyanın gidişatını düşünüyordum. Bazen Zerdüşt felsefesinden, bazen de Yunan felsefesinden birçok şey soruyordum. Ansızın gaybdan bir ses şu şiiri okumamı emretti: Ey ibretle bakan gönül, gözünle iyice bak ve Medayin sarayını bir ibret aynası bilerek incele.
2- Sakın, ey gönül, hain zamaneden sakın. Vazgeçiyorsan, hem meydana gelenden hem de mevcut olandan vazgeç. Ne hükümdarların görüp geçirdiği şan ve şevketi iste, ne de mala ve güce yönel. Eskilerin eserlerini arayıp bul; belki onlardan karineler vasıtasıyla birçok şey keşfedersin. Bir kere de Dicle yolunu takip ederek Medayin’e git. Fakat Medayin toprağına ayak basınca, ikinci bir Dicle’yi oraya boşalt.
3- Sasanîlerin muhteşem bayrağı nerede? Sanırım ki devrilmiş. Cemşid’lerin yaşadığı olaylar sanki efsane ve rüya imiş. Bugün Dicle’yi onların matemine ağlıyor sanırsın. Bak, Mecnun’lar gibi Dicle nasıl zincirlenmiş? Bu nehir öyle ağlıyor ki kanla karışık olarak döktükleri gözyaşlarının hararetiyle, kirpiklerinden ateş damlayan yüzlerce Dicle birlikte çağlıyor sanırsın.
4- Medayin sarayı geçen devirleri hatırlatıyor, Hüma ve Cem zamanlarından bize yüzlerce haber veriyor. Bu sarayın hazin tarihi, işitenlerin vücudunu titretiyor. Bu olayları hatırlayan düşmanlar bile etkileniyor ve üzülüyor. Dicle’nin dudakları, görüyor musun nasıl köpürüyor? Coşan feryadının hararetiyle, sanki dudaklarında kabarcıklar oluşmuş.
5- Bir zamanlar Dicle emin ve bayındır bir vadiden geçerdi. Bugün Dicle’nin geçidi neden harap? Yazık! Dicle’yi perişan eden hep Kisra’nın sarayının düşmesidir. Bu can eriten felâket, Dicle’nin belini kırdı. Bak, Dicle’nin yüreği hasret ateşiyle nasıl yanıyor? Sen hiç suyun ateşle kavrulduğunu duydun mu?
6- Ey felek! Lütuf ve mürüvvet ocağını söndürdün, yeniden yak. Kendi öldürdüğünün üstüne ağla, ona hayat ilâcı ver de onu yeniden dirilt. Ve ona bundan böyle ömür verirsen, uzun ve sonsuz ver. Ve eğer ona ansızın bir afet gelirse, sen gider ve defet. Ey ziyaretçi! Sen de Dicle’nin bugünkü haline ağla, ona gözyaşlarınla zekât ver. Çünkü Dicle kendi zekâtını, denize sularını boşaltarak veriyor.
7- Bu yüce saray, daha dün, bakanların gönlünü açıyor, onları ferahlatıyordu. Onun kubbeleri altında birçok manevî ve medenî hazine saklı idi. O dergâha itikaf için gelenlerde, kalbî remizleri bile keşfetme gücü vardı. Fakat bugün, yazık ki onun enkazının karanlığı, gönülleri karartıyor. Eğer Dicle nehri dudaklarından süzülüp geçen şikâyet rüzgârını ciğerinden kopup gelen yakıcılıkla birleştirecek olsaydı, bir taraftan donar ve bir taraftan yanardı.
8- Adaletin ezici gücü Medayin sarayından uzaklaştığı günden beri o sarayın düzeni bozuldu. Medayin’in ruhu ondan sonra artık hep elem ve talihsizlikle arkadaş ve eş oldu. Zelzeleler onu kalbinden sarstı. Medayin’in burç zinciri telâşlı olalı beri, Dicle nehri matem zincirine bağlıdır ve zincirler gibi kıvranıp yerde sürünmektedir.
9- Yazık ki Medayin şehri İran için bir şeref evi idi. Onun şöhret ve şan ışığı, parlayan güneşi bastırırdı. Belâ ve zorluklar ortalığı kapladığı zamanlarda, İskenderlere ve Hakanlara bir sığınak idi. Fakat gel de bugün bu viran yeri seyret ve zaman zaman, gözyaşı diliyle bu viraneye haykırarak hitap et. Olabilir ki kalb kulağına o harap kubbeden bir cevap gelir.
10- Bu sarayın her bir taşı sana, hal diliyle der ki: Ey ziyaretçi! Husrev’in harem dairesine edeple girip çık. Eski kerpiçlerin ve tuğlaların üstüne başını daya ve onların söylediği sözleri dinle. Bir an otur, düşün ve sonra kalk, çekil. Meda-yin’in burçlarının diş diş yükselen o yıkık dökük mazgalları, sana yeni yeni öğütler verir. O öğütleri temiz yürekle ve uyanık bir şekilde dinle.
11- Perviz şimdi nerede? Nerede onun altın taht ve tacı? Şimdi onun yastığı bir kerpiç parçası ve yatağı bir avuç topraktır. Nerede onun o güzel hanımı Şirin? Bugün biz onun toprağı üzerinde gezdikçe, sanki o altımızda inliyor ve bize şöyle diyor: Sen de topraktansın. Biz de şimdi senin ayağının toprağıyız. Bizim üstümüzde gez, birkaç adım at, fakat bir hüzünlü gözyaşı dök.
12- Bir gün ben ve bir arkadaş o geçide, Medayin sarayının izlerini araştırmak için gittik. Orada bir fakire rastladık. Yüzünü o mahşere çevirmiş, harabelerin diliyle, gönlün hoşuna gidecek şu şiiri okuyordu: Baykuş sesinden biz gerçekten baş ağrısına tutulduk. Gözlerinden bizim üstümüze biraz gülsuyu dök de bu baş ağrımızı dindir.
13- Bu dünyada yapılan zulüm cezasız kalır sanma. Buna bir delil istersen, işte Kisra’nın izleri. O senin can kulağına, elem veren iniltilerle diyor ki: Ey imkânsızı düşünen insan! Bir an lutfet de şu sözümü dinle. Biz adaletin merkezi iken bu kadar zulüm ve cefaya uğradık. Ya zalimlerin meskenleri acaba ne kadar kimsesizliğe düçar olacaktır!
14- Ateşkede sönünce, şan ve şöhret sırası kiliseye geldi. Hıristiyanlık ayininin şan ve şerefi arttı. Muhammedî bayrak yükselince haçı kırdı. Bu felek her gün bir şekilde devretmiştir. Acaba bu gök gibi yüksek olan Medayin sarayını kim yıktı? Dönen zamanın hüküm ve etkisi mi; yoksa, zamanı ve feleği döndüren Allah’ın yaratma gücünün hükmü mü?
15- Bu Dicle, böyle coşarak ve çağlayarak acaba neden ağlıyor? Bu nehir böyle mahzun ve perişan, acaba bizimle birlikte neden inliyor? Niçin bazen gizli, bazen açıkça ağlıyor? Behmen neden inliyor? Neden ağlıyor Dârâ? Sen, burada niçin ağlıyor diye benim gözümle alay ediyorsun, öyle mi? Fakat, burada ağlamayan göze ağlamalıdır.
16- Eğer bir yere baş eğmen gerekli ise, bari böyle bir dergâhın önünde baş eğ ve alçak gönüllülük göster. Bu sarayın kapısının önüne gelince, tacını ve değerli elbiselerini çıkarıp bir tarafa bırak. Dünyevî ilişkilerle irtibatını kes ve arınma yoluna gir. Bu sarayın tuğlalarından birini çekip kopar ve yaşlarla ıslanan gözlerine sür. Sen bilir misin, ne yapmalısın? Medayin ile Kûfe’yi bir seviyede tutman gerekir. Göğsünden ışıklar fışkırtmalı ve ateşler püskürtmelisin. Gözlerinden de tufanlar fışkırtmalısın.
17- Sasanî hükümdarlarından Behram, av avlar ve yabani eşekle kuzu tutar getirirmiş. Sofracıbaşısı onun sofrasına daima ayran, tereyağı, çil kuşu, geyik eti, sığırcık kuşu, erkek ceylan eti dizer; çerez yerine de ona elma ve kırmızı şarap verirmiş. Hüsrev Perviz de her sofrasına altın sebze koydurturmuş. Şimdi sofrada altın sebze nerede? Git de كَمْ تَرَكـُوا مِنْ جَنَّاتٍ وَ عُيُونٍ وَ زُرُوعٍ وَ مَقَامٍ كَرِيم “Onlar geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler, ekinler, güzel makamlar!” (Kur’ân, 44/25-26) âyetini hatırla.
18- Fağfurların yani Çin padişahlarının büyük bir itaat ve rağbetle nalını öptükleri at, seyisi ve binicisiyle birlikte hadiseler çölünde kaybolup gitmiş... Müşirlerin, reislerin ve Zerdüşt ruhbanlarının vaktiyle yıldızların safı gibi önünde sıra sıra dizildikleri o Medayin sarayı bugün akreplere yuva olmuş. Bu, o saraydır ki kapısının toprağına, devlet ricalinin alınları temas ede ede onu nigaristanın duvarına çevirmiş, yani müze duvarlarında görülen resimler gibi onu süslü bir hale getirmişlerdi.
19- Bu öyle bir saraydır ki cihan gıpta ederdi. Gözün ve vicdanın sevgilisi, ruhun tapınağı idi. Oraya sığınanlar için, güçlüklere karşı bir sığınak idi. Süs ve resimleriyle cennete benzerdi. Bu öyle bir makamdır ki kapıcısı, Babil hükümdarı ve kölesi Türkistan Hanı gibi taç sahipleri idi.
20- Bu adalet ve insaf dergâhıdır. Buraya gıpta ile bak. Onun kapı ve duvarına ibret gözü ile bak. Zamanın eli onu viran etmiş; bak, bu ne büyük bir zarar. Zaten yaratılışın başından beri zaman böyle pek çok tecavüzlerde bulunmuştur. Sen yine, bu harap sarayın eski medeniyet devrinde yaşadığını farzet de o eski burçlar zincirini, kuleler ve saraylar yıldızını zihninde bir kere daha göz önüne getir ve düşün.
21- Hayat süresi, bak rüzgâr gibi ne çabuk gelip geçti. Dünya cenneti devlere ve akreplere barınak oldu. Dünyanın gülleri ve yaseminleri, mihnet çerçöpü arasında soldu. Acaba bu cihan hüzün evi ne zaman şad olacak? Evet, bu hallere hiç şaşılmaz; çünkü bülbülden sonra, tabiatıyla şarkı söyleme sırası baykuşa gelir ve nağmeleri, elbette şıvanlar takip eder.
22- Ey ölçülü konuşan tabiat! Düzgün konuşma hakkını yerine getir ki Fars ve Arap, senin aydın fikrine aferin desin. Bir selis ve nezih şiir, yakuttan ve mücevherden daha kıymetlidir. Dünya bir oyuncaktan ibarettir. Küçük ve büyük akran ve benzerlerin arasında bir başarı elde edebilirsen, et. Ve Medayin harabelerinin önüne gelince attan aşağı in ve yüzünü toprağa sür; bak, onun filinin ayağı altında nasıl Numan gibi eli güçlüler bile oyunu kaybediyor.
23- Sen bu hikâyeyi neyin dilinden, daha latif bir şekilde dinle. Çünkü ney, Rey hükümdarlarının halini daha güzel tasvir ve tavsif eder. O sana Hümay’ın kim olduğunu; Dârâ’nın ve Feridun’un kimler olduğunu söyler. Dünya bizi ardarda bir doğuruyor, bir eskitiyor. Arz küresi sarhoştur, sanırım. Çünkü o Hürmüz’ün kafatasının içinde Nuşirevan’ın yüreğinin kanını içmiştir.
24- Ey toprak! Sen padişahları ve büyükleri birer birer yuttun. Göster bakayım, onlardan şimdi ortada hiçbir eser var mı? Bu dönen felek, onları birer birer ezip mahvetti. Dârâ’ları, Cemşid’leri, Kisra’ları ve daha nicelerini birer birer say ve tarihlerde oku. Bu taç sahipleri nereye gitti, diye belki sorarsın. Sormaya ne hacet; yerin karnının onları ebediyen taşıdığını görmüyor musun?
25- Bir kuş Medayin sarayının hüzünlü kubbesi üzerinde bir gün ağlıyor ve diyordu ki: Nerede, nerede? Nerede şimdi Hüsrev’ler? Nerede şimdi Şirin’ler? Nerede Feridun gibi ağırbaşlı ve yüce padişahların o eski şevketi? O adetler şimdi kalkmış ve o usuller bugün tamamiyle feshedilmiş. Kisra’lar ve onların altın turunçları, Perviz’ler ve onların altın ayvaları, bugün büsbütün yok olmuş ve toprakla bir olmuştur.
26- Eğer aklın ve basiretin varsa, dünyada aslâ kalb kırmazsın ve mümkün oldukça hayır ve kerem işlersin. Zalim kişiye de ki: Ey hiddetinden kabına sığmayan kişi! Elbette ecelin eliyle dikilen kefeni bir gün sırtına giyeceksin. Asma kütüğünden içtiğin bu şarap, şarap değil, Şirin’in yüreğinin kanıdır; çiftçinin yaptığı bu şarap küpü de Pervizlerin suyu ve çamuruyla yoğrulmuştur.
27- Bilir misin ki şarap, gam hayatının tortusuyla karışıktır. Her an “filân da gitti” diye kulağımıza bir nida gelir. Kuvvetli olsun, zayıf olsun, bu uçurumdan canını kurtarmış olan kimdir? Bunca zorbalar ve muradına ermişleri bu toprak yuttuğu halde aç gözlülüğünden, hâlâ doymamış gibi görünüyor.
28- Zamanın daima ortaya çıkarmakta olduğu musibetlerden feryat! O daima cehaletle dost, akıl ile inatçıdır. Benim ve senin vücudunu fenâ ve adem kalburunda elemektedir. Her dakikada bir bu korkunç mahlûk binlerce trajedi doğurur. Bu kaşı ağarmış ve memesi kararmış yaşlı kadın, hâlâ çocukların yüreklerinin kanını krem yaparak sürünüyor ve süsleniyor.
29- Cihanın ahvalini iyice araştıracak olursan görürsün ki kimse elemden kurtulmuş değildir. Kimi sıcaktan şikâyetçi, kimi de soğuktan kaçmakta. Eğer senin yüzünden dünyada kimsenin kalbi kederle tozlanmamışsa, benim nazarımda sen bir kâmil insansın. Seyahatten gelenlerin dostlara bir hediye getirmesi adettir. Benim bu manzumem de dostlara bir armağan olsun.
30- Ey Mennan olan Allah! Bu mahlûkata yardım et. Nuşirevan’ın ruhunu mağfiret et. Ey gönül, sen de ölülerin sözlerini dirilere oku. Ey ilim! Sen bu insanlara mürüvvet öğret. Ey Hâkânî! Sen bu Medayin makamından ibret al ki bundan böyle senin kapından da hakanlar hikmet harmanını toplasın.

BİBLİYOGRAFYA
Dîvân-ı Hâkâni-yi Şirvânî, nşr. Cihângîr-i Mansûr, Tahran 1375 hş., s. 245-246.
Hüseyin Dâniş, Medâyin Harâbeleri, İstanbul 1330.
Safâ, Zebîhullâh, Târîh-i Edebiyyât der Îrân, Tahran 1363 hş., II, 776-794.
Yazıcı, Tahsin, “Hâkânî-i Şirvânî”, DİA, XV, 168-170.Yazıcı, Tahsin, “Hüseyin Daniş”, DİA, XVIII, 540-541.

Hiç yorum yok: