27 Eylül 2010 Pazartesi

İSLÂM’DAN SONRA FARS EDEBİYATI

Tâhirîler (194-259/810-872) ve Saffârîler (254-296/868-907) Devrinde Edebî Faaliyetler
Nazım
İslâmî devrede, doğu İran’ın müşterek lehçesi olan Derî, Fârsî, Pârsî veya Pârsi-yi Derî lehçesinin edebî, siyasî, ilmî dil unvanı ile ortaya çıkması ve resmîleşmesi, yarı müstakil Tâhirî devletinin ve müstakil Saffârî ve Sâmânî devletlerinin kurulmasından itibaren meydana gelmiştir. Tâhirî hükümdarları, Pehlevî kitaplarının yayılmasına engel oluyorlardı. Onların aksine Saffârîler, Fars dilini himaye ettiler. Saffârî hükümdarı Ya‘kûb b. Leys, Arap diline âşina olmadığı gibi, Arapça söyleyen şâirleri de teşvik etmiyordu. Ancak kendi anla-dığı ve konuştuğu dil olan Farsçaya ilgi gösterir, o dil ile yazılan şiirleri dinlerdi. Onun bu ilgisi, Derî lehçesinin, kendi sarayında edebî ve resmî dil olarak kabul edilmesine ve kullanılmasına, hatta bir rivayete göre, bu emîrin etkisiyle, Derî lehçesi ile şiir söylenmesine sebep olmuştur.
Farsça söyleyen ilk şâirin kim olduğu hususunda değişik rivayetler vardır. Bu rivayetler içinde Muhammed b. Vasîf, Muhammed b. Muhalled, Behrâm-ı Gûr, Ebû Hafs Suğdî’nin adı geçer.
En eski şâirler arasında ise Hanzala-i Bâdğîsî, Mahmûd-ı Varrâk-ı Herevî, Muhammed b. Vasîf-i Sigzî, Fîrûz-ı Maşrıkî, Ebû Süleyk-i Gûrgânî, Mes‘ûdi-yi Mervezî ile Ebû Müslim-i Mervezî’nin de adı zikredilmektedir.
Tâhirî ve Saffârî devirlerinden, bugüne ancak 58 beyit gelebilmiştir. Bu beyitlerin incelenmesi sonunda bu dönem şiirinin özellikleri şu şekilde sıra-lanmıştır:
1- İlk Farsça şiir, kaside şeklinde ve Arapça kasideler taklit edilerek söy-lenmiştir.
2- Bu devirlerde mesneviye ve mesnevi söyleyenlere rastlanır. İran edebiyatı tarihinde ilk mesnevi, h. III. yüzyıl sonlarında yaşayan ve Rûdekî’nin çağdaşı olan Mes‘ûd-i Mervezî’nin şehnamesidir. Daha sonra ise Rûdekî’nin, Kelîle ve Dimne, Sindbâdnâme ve Devrân-ı Âfitâb adlı mesnevileri kaleme alınmıştır.
3- Bu devrede yazılan şiirlerin konusu, daha çok övgü, öğüt ve aşktır.
4- Muhammed b. Vasîf’in şiirinde, Kur’ân-ı Kerîm’in etkisi açıkça görülür.
5- Bu devre şâirleri, şiir söylerken kendi bilgilerinden istifade etmişlerdir.
6- Teşbihler, çoğunlukla latif ve sâdedir.
7- Bazı kelimeler, eski ve Pehlevi diline yakın bir şekilde kullanılmıştır.
8- Arapça kelime ve terkipler, -özellikle Muhammed b. Vasîf’in şiirinde- az değildir.
Nesir
Sâsânîler devrinde İran’da revaçta olan dil, bugün Pehlevî veya Pehlevi-yi Sâsânî diye adlandırılan Pârsi-yi Miyâne (Orta Farsça) idi. Bu dil, İslâmî dö-nemde de uzun süre kullanıldı ve onunla bazı eserler yazıldı. Aynı zamanda Süryânî dili de İran hıristiyanları arasında ilmî ve dinî dil olarak kullanılıyordu. Lâkin İslâm dininin ve dolayısıyla Arapçanın bu bölgelerde yaygınlaşması ile Pehlevî ve Süryânî dil ve edebiyatlarında bir gerileme oldu. Sözkonusu edebi-yatların dilini, İranlı gayrimüslimler kullanıyordu. İslâm’ın zuhuru sırasında kullanılan Derî dilinin, Arap yazısı ile yazılmasıyla da İran dil ve edebiyatı yö-nünden yeni bir dönem başlamış oldu.
Yeni yazının kabulü ile İran dili, Arap dili ile gittikçe artan bir şekilde irtibat kurdu ve kendi kaynağından oldukça uzaklaştı. Sonunda öyle bir duruma geldi ki bugün, Farsçadaki kelimelerin önemli bir kısmını Arapça kelimeler oluştur-maktadır.
Kesin olarak bilinmemekle beraber, aşağıda verilecek olan bilgileri, Tâhirîler ve Saffârîler devri Farsça nesri olarak değerlendirmek mümkündür.
Ebû Reyhân el-Bîrûnî (öl. 443/1051), Fars nesrinin mazisini, hicrî ikinci yüz-yılda yaşayan Bih Âferîd adlı bir Zerdüştîye kadar götürür. Adı geçen kişinin, Zerdüştlük hakkında Farsça bir kitap yazdığı rivayet edilir. 132/750 yılı civarında öldürülen bu kişiye tâbi olanlar, Bih Âferîdiyye diye meşhur olmuşlardır. Ebû Reyhân el-Bîrûnî’nin, Bih Âferîd’in sözlerinden yaptığı hulâsa dışında, bu kitap hakkında elde bir şey yoktur. Kitabın hangi yazı ile yazıldığı da bilinmemektedir.
Bu tarihten biraz sonra Farsça olarak düzenlenen diğer bir kitap, Hindli doktor Şanak’a nisbet edilen ve Kanaka (كنكه) adlı diğer bir Hindli doktor ile Ebû Hâtim-i Belhî adlı bir Hindlinin yardımıyla yazılan, daha sonra Arapçaya nak-ledilen es-Semûm (السّموم) adlı kitaptır. Kanaka, Abbâsî halifesi Hârûn er-Re-şîd’in (hal. 170-193/786-809) fermanı ile Bağdad’a çağrılmış ve bu halifenin hizmetinde bulunmuştur.
Sâmânîler (261-395/874-1005) Devrinde Edebî Faaliyetler
Nazım
Tâhirîler ve Saffârîlerden sonra, Sâmânîler, Horasan’da hüküm sürdüler. Ne-seplerini Behrâm-ı Çûbîn’e, oradan da Kiyûmers’e ulaştıran bu hanedanın padi-şahları, İran’ı seven ve İranlı olmakla iftihar eden kişilerdi. İran’ın eski adetleri-ni ihya etme, özellikle Fars dilini teşvik etmede son derecede gayret sarfetmiş şâir, yazar ve mütercimleri teşvik etmişlerdir.
İranlıların millî adet ve geleneklere gösterdiği büyük ilginin etkisiyle, eski İran tarihi hakkında birtakım kitaplar (şehname) yazmaya ve bunları Fars şii-riyle nazmetmeye gösterdikleri ilgi sonucunda, Sâmânî devrinde, Mes‘ûd-i Mer-vezî’nin manzum Şâhnâme’si, Dakîkî’nin (öl. 368/978) Guştâsbnâme’si ve son olarak Firdevsî’nin (329-411/940-1020), İran’da hamâsî şiirin en mükemmel örneği kabul edilen Şâhnâme’si ortaya çıkmıştır.
Sâmânîlerin hüküm sürdüğü hicrî dördüncü yüzyılda Fars şiiri, fesahat ve olgunluğunun zirvesine ulaştı. Sâmânî devrinde Fars şiiri, Sâmânî emîrlerinin teşviki; Rûdekî, Şehîd-i Belhî, Ebû Şekûr-i Belhî, Dakîki-yi Tûsî, Ebu’l-Mu-eyyed-i Belhî, Kisâi-yi Mervezî, Ammâre-i Mervezî, Farâlâvî gibi büyük şâir-lerin gayretleri; Ebu’l-Fazl Muhammed b. Abdullâh ve Ebû Alî Muhammed b. Muhammed b. Abdullâh-ı Bel‘amî gibi ilmi ve sanatı seven vezirlerin gayreti ile hızla gelişmış ve bu devre şâirleri Fars şiirini, Arapçanın etkisinden ve onun özel kurallarından kurtarmaya çalışmıştır. Ne yazık ki bu parlak devirden kalan beyitler sınırlı sayıdadır. Fars dili için değerli birer vesika olan bu önemli mirasın çok büyük bir kısmı kaybolmuş, hatta bu devre şâirlerinin çoğunun adı dahi unutulmuştur.
Sâmânî devri şâirleri arasında, en çok sayıda şiiri elimizde olan kişi Rûdekî’dir. Ondan bize ulaşan şiirler, 1000 beytin üzerindedir. Bu şiirlerin bir kısmı da başkalarına nispet edilmektedir. Ebû Şekûr-i Belhî’den ise 443 beyit kalmıştır. Bu devrede, ya sâdece adları bize ulaşmış, ya da şiirlerinden, tezkire ve lugatlerde ancak bir mısra veya bir beyit tespit edilen şâirler de vardır. Özet olarak, Sâmânî devri başından Rûdekî’nin ölümüne (329/940) kadarki devreden, elimizde 2500 beyit civarında şiir bulunduğu söylenebilir. Halbuki, sâdece Rûdekî’nin en az 100 000 beyit şiir söylediği rivayet edilir.
Bu dönemden kalan şiirler üç kısma ayrılır:
1- Tarih ve tezkire kitaplarında zikredilen ve bir tarihî olayı açıklamak veya bir şâirin şiirinden örnek vermek için nakledilen şiirler,
2- Belâgat ve bedî‘ kitaplarında, lafzî ve bediî sanatlara örnek olarak nak-ledilen şiirler,
3- Kelimenin mânâsını veya kullanılış tarzını göstermek için, lugatlerde nakledilen şiirler.
Bu devre Fars şiirinin özellikleri de şunlardır:
1- Söz ve fikir, sâde olup; ta‘kîd, ibhâm ve ince hayallerden uzaktır.
2- Şiir vezinlerinin gelişmesi ve değişmesi, hicrî III. yüzyıla nispetle, hicrî IV. yüzyıl başlarındaki Fars şiirinde daha belirgindir.
3- Konular ve fikirler tazedir. Bu devre şâirleri, kendilerinden önce kullanıl-mayan konulara yer vermişlerdir.
4- Hicrî IV. yüzyılda ve V. yüzyılın ilk yarısında yazılan şiirlerde savaş mey-danları, selâtin mahfilleri, meclisler, kutlamalar ve maşuklar hakkında hoşa giden tavsiflere rastlanır.
5- Şâirlerin yaşama tarzı, toplumun sosyal durumu, saraylar ve sosyal cere-yanlar şiire aksetmiştir.
6- Bu devrenin sonlarında şâirler, ince mânâlar bulmaya; taze terkipler, bakir mazmunlar ve nadir teşbihler kullanmaya özel bir ilgi göstermişlerdir.
7- Bu dönem şiirinde manevî sanatlardan çok, lafzî sanatlar göze çarpar.
Sâmânîler Devrinde Fars Şiirinin Tür ve Konuları
Sâmânî devri şâirleri kaside, mesnevi, gazel, rubaî, dobeyti, kıt‘a gibi çeşitli şiir türlerini denemişlerdir. Bu devre şiirinin konuları ise medih, vaaz, vasf, ga-zel, hamase, hiciv, hezel, destan ve kıssadan ibarettir.
Mesnevi
İran’da ilk rağbet gören şiir türlerinden biri, hamâsî şiirdir. Buna sebep olarak; Derî Farsçası şiirinin ortaya çıkışının, İran’ın istiklâli, millî düşüncenin yayılması, Horasan ve Maveraünnehir’deki İranlı emîrlerin, kendi dedelerinin tarih, edebiyat ve âdâbını yenilemeye çalışmaları ile aynı zamana rastlaması gösterilir. Bu mahallî emîrlerin, hükümranlıklarına meşruluk kazandırmak için, uydurma şecerelerle, kendilerini eski Sâsânî hükümdarlarına bağlama gayretleri de hamâsî şiirin revaç bulmasına neden olmuştur. Bu gibi sebeplerden dolayı, Derî Farsçası şiiri ile birlikte, millî-dâstânî tarihler de nazmedilmeye başlan-mıştır.
Farsça ilk hamâsî manzume Mes‘ûdi-yi Mervezî’nin şehnamesidir. Bundan sonra yine aynı konuda yazılan, Dakîkî’nin Guştâsbnâme’si ve son olarak, hamâsî şiirin erişilmez örneği olan Firdevsî’nin Şâhnâme’si zikredilmelidir.
Aşk mesnevileri
Sözkonusu devrede, Ebu’l-Mueyyed’in Yûsuf u Zuleyhâ’sı ile, Ebû Şekûr-i Belhî’nin Âferînnâme’si gibi, konusu aşk olan mesneviler yazılmıştır.
Öğüt içerikli mesneviler
Bu devrede, kıssa anlatmak, darbımesel ve hikâyelerin şiirde yer alması gibi hususlar da göze çarpar. H. IV. yüzyılda, kıssa ve mev‘ize içeren ilk hikemî manzume, Rûdekî’nin Farsçaya tercüme ettiği Kelîle ve Dimne’dir.
İlmî mesneviler
Sözkonusu devrede yazıldığı bilinen tek ilmî mesnevi, Meyserî’nin, tıp ilmi hakkındaki Dânişnâme’sidir.
Saray şiiri (Kaside)
Farsça saray şiiri, Fars edebiyatının başlangıcından, yani Tâhirîler ve Saffârî-ler devrinden itibaren ortaya çıkmıştır. Fakat onun olgunlaşması, Maveraünnehir ve Horasan’da hüküm süren ve idare merkezi Buhara olan Sâmânîler devrinde (261-389/875-999) olmuştur. Bu önemli edebî devre şâirlerinin çoğu, Sâmânî emîrleri, Çağânîler, Ferîgûnîler, Ziyârîler, Horasan Sipehsâlârları gibi çeşitli devletlerin; birkaçı da Rey Deylemîlerinin sarayında dağınık halde bulunuyordu. Bu şâirler arasında adı bilinenler çok azdır. Bu şâirlerin adına, Râdûyânî’nin Tercumânu’l-belâga’sı, Esedi-yi Tûsî’nin Lugat-i Furs’u, Nizâmi-yi Arûzî’nin Çahâr Makâle’si, Reşîduddîn-i Vatvât’ın Hadâyıku’s-sihr’i ve Şems-i Kays’ın el-Mu‘cem’i gibi kaynaklarda rastlanmaktadır. Bu şâirlerin başında, Rûdekî (öl. 329/940), Şehîd-i Belhî (öl. 325/936), Muncîk-i Tirmizî, Dakîkî (öl. 367-370/ 977-980), Mantıki-yi Râzî (öl. 367-380/968-990), Husrevi-yi Serahsî (öl. 393/ 1002’den önce), Kisâi-yi Mervezî (341-391/953-1001) gibi büyük şâirler vardır. Bunlar arasında en büyük mevki, tartışmasız olarak; teşbib, medih ve dua ile tam ve mükemmel kaside yazan ilk kişi olan Rûdekî’ye verilmektedir. Rûde-kî’den sonra, kaside ve medhiyeyi kemal derecesine vardıran diğer büyük bir şâir de Dakîkî’dir. Kisâî ise Sâmânîler devri sonu ile Gazneliler devri başında kaside üstadı sayılır.
Bu devir şâirleri, medhederken, çoğunlukla Buzurgmihr’in aklını, Nûşîre-vân’ın adaletini, Rustem ve İsfendiyâr’ın şecaatini örnek göstermişlerdir. Medih-le ilgili mazmunlar, genellikle giriftlikten, istidlâl ve mübâlağadan uzaktır. Medhiyeci şâirler, memduhun şecaat, cömertlik ve diğer faziletlerini, sâde ve açık bir şekilde ifade etmişlerdir.
Âşıkâne ve Gınâî Şiir
Hicrî III. yüzyıl sonu ile IV. yüzyıl başından sonra görülmeye başlayan bu şiir türünde, bu devirlerden Rûdekî ve Şehîd-i Belhî üstad olarak anılır.
Bu devirde kasidelerin başında görülen tegazzüller, Sâmânîlerden sonra daha çok revaç bulmuştur. Kasidelerin başında tatlı tegazzüllere yer vermek, tegazzül ile medhiye arasındaki bağlantıyı kurmak hususunda kudret ve maharet gösteren ilk şâir Dakîkî’dir. Hicrî IV. yüzyılda Râbia binti Ka‘b, Levkerî, Husrevânî, Husrevi-yi Serahsî, Turki-yi Keşi-yi Îlâkî, Muncîk, Tâhir-i Çagânî, Ma‘rûfi-yi Belhî ve Âğâci-yi Buhârâyî gibi şâirlerin şiirlerinde de bu tarz gazellere rastlanır. Bu yüzyılın gazelleri, her ne kadar âşıkâne, çekici ve sâde mânâlar içermekte ise de kaba kelimelerden ve daha çok kasidelere yakışan mutantan terkiplerden de uzak değildir. Bu devre gazellerinin sonunda, şâirin ismi ender olarak bulunur ve bunlar, genellikle kısadır.
Vaaz ve Hikmet
Hicrî IV. yüzyıl şiirinde mev‘ize ve öğütlerin de yer aldığı görülmüştür. Bu konuda tam ve kâmil kasideler yazan kişi, Kisâi-yi Mervezî’dir.
Dînî Şiirler
Bu devre Fars şiirinde göze çarpan diğer bir konu dinî şiirdir. Bu devirde, Ki-sâî ile başlayan dinî şiirler, daha sonra Selçuklular devrinde Nâsır-ı Husrev ile devam etmiştir. Müteakıben, hicrî VI. yüzyılda Kıvâmi-yi Râzî (hicrî VI. yüzyı-lın ilk yarısı), hicrî IX. yüzyılda İbni Hussâm (öl. 875/1470), hicrî onun yüzyılda da Muhteşem-i Kâşânî (öl. 996/1587) gibi şâirler vasıtasıyla olgunlaşmış; Safe-vîler ve Kaçarlar devri boyunca da devam etmiştir.
Nesir
Fars nesrinin en önemli ilerleme devresi, hicrî IV. yüzyıldır. Bu dönem, Sâmânîler devrine rastlar. Dihkanlar tabakasına mensup olan ve kendi kültürüne bağlı olan bu hanedan, hükümet kurduktan sonra, İran adetlerini yenilemekte ve Arap edebiyatı karşısında İran’ın edebî istiklâlini koruma hususunda çok gayret sarfetmişler; mütercim ve yazarları korumak suretiyle, Derî Farsçası nesri ile faydalı birçok kitabın yazılmasına sebep olmuşlardır. Diğer taraftan, siyasî istiklâlin yeniden elde edilmesi ve eski adetlerin diriltilmesi ile, Şark İranlıları arasında şehnameler ve bazı kahramanlık destanlarının yazılmasına da sebep ve yardımcı olmuşlardır.
Akıcı, sâde, lafzî sanatlardan uzak, kısa ve açık cümlelerle yazılmış olması, ibham ve ta‘kîdden uzak, kısa ve konuşma diline yakın olarak başlaması, Farsça kelimelerin Arapça kelimelerden fazla olması, eski Farsça kelimelerin kullanıl-ması, bu devir Fars nesrinin bellibaşlı özellikleridir.
Bu devirde yazılan eserler şunlardır:
Kur’ân Tefsîri: İranlı mutezilî kelâmcı Ebû Alî Cubbâî’ye (öl. 303/915) nispet edilir.
el-Muâlecetu’l-Bukrâtiyye: Deylemîlerden Ruknuddevle’nin tabibi olan Ahmed b. Muhammed-i Taberî tarafından önce Farsça, daha sonra Arapça olarak yazılmıştır. Şimdi sâdece Arapçası mevcut olan bu eserin konusu, çeşitli hasta-lıkların tedavisi hakkındadır.
Yûsuf-i Arûzî ve Ebu’l-Alâ-i Şûşterî’nin, aruz hakkındaki Farsça yazdığı eserlerle, Behrâmi-yi Serahsî’nin Hucestenâme’si gibi kitaplar, bu devreye aittir.
Bazı mensur şehnameler ve kahramanlık destanları, hicrî IV. yüzyılda Farsça yazılan en eski kitaplardan sayılmaktadır. Bunların en eski ve en iyisi, Ebu’l-Mueyyed’in şehnamesidir. Bu esere, Şehnâme-i Bozorg veya Şehnâme-i Muey-yedî adları verilmektedir.
Eski kaynaklarda adına rastlanan ikinci mensur şehname, Ebû Alî Muhammed b. Ahmed el-Belhî eş-Şâir’inkidir.
Bu yüzyılda yazılan mensur şehnamelerin üçüncüsü, bir heyet tarafından ya-zılan, şimdi sâdece mukaddimesi mevcut olan Şehnâme-i Ebû Mansûrî’dir. Bu eserden Dakîkî, Firdevsî de istifade etmişlerdir.
Bu şehnamelerden başka, aynı devrelerde ortaya çıkan bazı mensur kahra-manlık destanlarının varlığı da bilinmektedir. Bunlardan biri, şimdi elde bulunan Ferâmurznâme’nin, onun üzerinden nazmedildiği Ahbâr-ı Ferâmurz adlı eserdir.
Diğeri, sonraları Îrânşâh b. Ebi’l-Hayr adlı bir şâir tarafından Farsça olarak nazmedilen Ahbâr-ı Behmen’dir. Üçüncüsü ise, Ebu’l-Müeyyed’in şehnâme-sinin bir cüzü olduğu sanılan ve Esedi-yi Tûsî’nin nazmettiği Kitâb-ı Gerşâsb veya Gerşâsbnâme’dir. Bunlardan başka Ahbâr-ı Nerîmân, Ahbâr-ı Rustem, Ah-bâr-ı Sâm ve Ahbâr-ı Keykubâd gibi destanlar da vardır.
Hicrî IV. yüzyıl ile V. yüzyılın ilk yarısında yazılan mensur eserler şunlardır:
Risâle der Ahkâm-ı Fıkh-ı Hanefî: Bu risalenin bir kısmı Hakîm Ebu’l-Kâsım b. Muhammed-i Semerkandî’ye (öl. 343/954), mukaddimesi ile hatimesi de Hvâ-ce-i Pârsâ diye ünlü olan Hvâce Muhammed-i Hâfızî’ye aittir.
Mukaddime-i Şehnâme-i Ebû Mansûrî: Daha önce de bahsedildiği gibi Ebû Mansûr b. Abdurrezzâk, veziri Ebû Mansûr Muhammed b. Abdullâh el-Muam-merî’yi, Farsça mensur bir şehname yazmak üzere görevlendirmişti. Şehnâme-nin yazımı tamamlanınca, adı geçen vezir tarafından 346/957 yılında esere bir mukaddime yazıldı. Mukaddime-i Kadîm-i Şehnâme diye ünlü olan bu mukaddi-me, Ebu’l-Müeyyed’e nispet edilen Acâyibu’l-buldân adlı kitap ile, Kitâb-ı Fıkh-ı Hanefî’den sonra, en eski Farsça nesir örneği olup, içerisinde Arapça keli-meler çok azdır. Üslûbu ise sâde ve tabiidir.
Acâyibü’l-büldân: Ebu’l-Müeyyed-i Belhî’ye ait olan bu kitaptan, Târîh-i Sîstân’da birkaç kez söz edilmiş ve bazen Acâyib-i Berr u Bahr, bazen de Kitâb-ı Büldân adı ile geçmiştir. Eserde kara ve denizlerin garipliklerinden bahsedilmiş olup, Târîh-i Sîstân’daki, Sistan hakkındaki birçok bilgi bu kitaptan alınmıştır. Ebu’l-Müeyyed bu kitabı, Ebu’l-Kâsım Nûh b. Mansûr (sal. 365-387/975-997) adına yazmıştır.
Târîh-i Bel‘amî: Târîh-i Taberî’nin Farsça tercümesi sayılan bu kitap, için-de-ki birçok konunun, Taberî’nin (öl. 310/923) Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk’u dışın-daki kitaplardan nakledildiği için, tercümeden ziyade, bir telif görünümündedir. En eski Farsça mensur eserlerden sayılır. Kitabın tercümesine, 352/963 yılında, Sâmânîlerden Mansûr b. Nûh’un (sal. 350-366/961-976) emriyle, veziri Bel‘amî tarafından başlanmıştır. Ancak sonradan, İran tarihine ait çeşitli kaynak-lardan istifade edilmiş ve bazı konular da Târîh-i Taberî’den çıkarılmıştır. Bu eser defalarca basılmıştır.
Tefsîr-i Taberî’nin Tercümesi: Bu eser de, Sâmânî emîri Mansûr b. Nûh’un emriyle, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî’nin Câmiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân’ının, Maveraünnehir bilginlerinden oluşan bir heyet tarafından, Târîh-i Taberî’nin tercümesi ile aynı tarihlerde yapılan tercümedir.
Kitâbü’l-bâri: Nücum ilmi hakkında olup, 367/978 yılı civarında Kum’lu bir müneccim olan Ebû Nasr Hasan b. Alî tarafından yazılmıştır. Eksik bir nüshası Berlin Millî Kütüphanesindedir.
Hidâyetü’l-müteallimîn fi’t-tıbb: Ebûbekr Rebî‘ b. Ahmed Acvîni-yi Buhârî tarafından, hicrî IV. yüzyılın ikinci yarısında yazılmıştır. Eserin birer nüshası, İs-tanbul’da Fatih Kütüphanesi’nde ve İngiltere’de Bodleian Kütüphanesi’nde bu-lunmaktadır.
Hudûdü’l-âlem mine’l-Maşrık ile’l-Mağrib: 372/982’de yazılan bu ünlü eser, Farsça en eski coğrafya kitaplarından olup, yazarı belli değildir. Eser, Ferîgû-nîler sarayında yazılmış ve Ebu’l-Hâris Muhammed b. Ahmed-i Ferîgûn’a takdim edilmiştir.
el-Ebniye an Hakâyıkı’l-edviye: Ebû Mansûr Muvaffak-ı Herevî’nin, 362/ 972-3’te yazdığı bi user de aynı devrenin ürünüdür. Farsça en eski mensur eserlerden olması bakımından çok önemlidir. Müellif, bu eserinde çeşitli ilâç adla-rınden, onların özelliklerinden ve eski tababetten bahseder. Bu kitabın, hicrî be-şinci yüzyıl edib ve lugatçisi Esedi-yi Tûsî (öl. 448/1056) eliyle 447/1055’te istinsah edilmiş bir nüshası, Viyana’da bulunmaktadır. Eserin günümüze ulaşan en eski nüshası budur. Esedî, Lugat-i Furs’una, mezkûr eserin tıbla ilgili kelimelerini almamıştır. Flaugel’e göre, 547 başlık içermektedir. Ziligman tarafından 1859’da Viyana’da basılan eserin Almanca tercümesi Abdulhâlık Ahundof tarafından yapılmış ve basılmıştır.
Nûru’l-ulûm: Hicrî IV. yüzyıl ünlü ârifi Şeyh Ebu’l-Hasan-i Harakânî’ye (öl. 425/1034) ait tasavvufî bir eserdir. Eserin mevcut nüshası, müellifin ölümünden sonra, öğrencilerinden biri tarafından 10 bölüm halinde tedvin edilmiştir. Tedvin edilen bu eserin bir nüshası British Museum’da mevcut olup, Rus şarkiyatçı Berthels tarafından 1929’da basılmıştır. Eserin sâde, akıcı, tatlı ve çekici bir nes-ri vardır.
Risâle-i İstihrâc ve Risâle-i Şeş Fasl: Muhammed b. Eyyûb et-Taberî tara-fından kaleme alınan bu iki risale de mezkûr devreye aittir. Risâle-i İstihrâc der Şınâhten-i Omr adlı birinci risale, Tahran’da Millî Kütüphane’de mevcuttur. Şeş Fasl der Şınâhten-i Usturlâb adlı ikinci risale de görünüşe göre 372/982’de soru-cevab tarzında yazılmış, usturlab hakkındaki Farsça ilk eserdir.
Yukarıda görüldüğü gibi, dinî konulara ilâveten, tarih, coğrafya, tasavvuf, tıb, eczacılık, kelâm ve riyâziye gibi ilimler hakkında da bu devrede birtakım eserler yazılmıştır. Sâmânî devri Farsça nesrinin konularındaki bu çeşitlilik, o devrede Fars edebiyatının ihyasına ve bu dil ile çeşitli eserlerin yazımına gösterilen il-ginin açık bir delilidir.
Dönemin şâirleri ve şiirlerinden örnekler
Âgâci-yi Buhârâyî
Şiirlerinde kendi meziyetlerini över ve kahramanlık duygularına yer verir. Farsça şiirlerinden 56 beyit kalmıştır.
Şiirinden örnek:
خواهی كه بدانی كه نَيم نعمت پرورد
شعر و قلم و بربط و شطرنج و مَی و نرد
ای آنكه نداری خبری از هنرِ من
اسب آر و كمند آر و كتاب آر و كمان آر

“Ey benim hünerimden haberdar olmayan kişi, nimetle beslenmiş olmadı-ğımı bilmek istersin. At getir, kement getir, kitap getir; yay getir; şiir, kalem, barbet, satranç, mey ve tavla (getir)”.
جز دلِ من ترا حصار مباد
زندگانيت را شمار مباد
اگر از دل حصار شايد كرد
مهربانيت را شماری نيست

“Eğer gönülden kale yapılabilse sana benim gönlümden başka kale ol-masın. Senin sevginin sınırı yok, ömrünün sınırı (da) olmasın.”
Ammâre-i Mervezî (öl. 395/1004’ten sonra)
Nücum ilminde ve darbımesel söylemede mahirdir. Ammâre’den bugüne 104 beyit kalmıştır. Onun ünlü bir mersiyesine ait iki beyit:
رویِ وفا سيه شد و چهرِ اميد زرد
مرگ ازنهيبِ خويش مر آن شاه را بخورد
از خونِ او چو رویِ زمين لعل فام شد
تيغش بخواست خورد همی خونِ مرگ را

“Yeryüzü onun kanıyla yakut renkli olunca, vefanın yüzü karardı, ümidin çehresi sarardı. Onun oku neredeyse ölümün kanını içecekti; ölüm, heybetiyle o şahı çarptı”.
Şu beyitler de Ammâre’ye aittir:
تا بر دو لبت بوسه دهم چونش بخوانی
اندر غزلِ خويش نهان خواهم گشت

“Onu okuduğun zaman iki dudağına bir öpücük kondurmam için, gazelimin içinde kendimi saklayacağım.”
خوبيت عيان است چرا بايد سوگند
سوگند خورم كز تو برَد حورا خوبی

“Yemin ederim ki huri, güzelliği senden alır. Güzelliğin apaçık ortada, ye-mine ne hacet?”
ای بس عزيز را كه جهان كرد زود خوار
وز مارگير مار برآرد شبی دمار
غرّه مشو بدانكه جهانت عزيز كرد
مار است اين جهان وجهان جوی مار گير

“Dünya sana değer verdi diye öğünme. Çünkü bu dünya nice uluları düş-künlüğe uğrattı. Bu dünya bir yılandır, dünyaya bağlanan da yılancı. Yılan, bir gece yılancıdan öç alır.”
زُمُرّد آمد و بگرفت جایِ تودهء سيم
به باغ كرد همه نقشِ خويشتن تسليم
جهان ز برف اگر چند گاه سيمين بود
نگارخانهء كشميريان بوقتِ بهار

“Cihan birkaç gün karlarla gümüşlendi. Zümrüt (gibi yeşillik)ler gelerek (ye-şererek) gümüşün yerini aldı. Bahar vaktinde Keşmirlilerin nigarhanesi bütün nakışlarını bahçelere teslim etti.”
Bâyezîd-i Bistâmî (öl. 234/848)
Tasavvufi görüşlerini Farsça olarak ifade eden ilk sufilerden biridir.
120 şeyhe hizmet ettiği ve son olarak İmâm Ca‘fer b. Muhammed es-Sâ-dık’ın hizmetinde bulunduğu, onu takip ederek, hilâfet hırkasını onun elinden giydiği ve yine onun izni ile Bistam’a dönüp, 234/848 yılında vefat ettiği kaydedilmektedir.
Bâyezîd-i Bistâmî’ye nispet edilen bir rubai:
سودای تو گم كرده نكو نامی را
از صومعه بايزيد بسطامی را
ای عشق تو كشته عارف و عامی را
ذوق لب می گون تو آورده برون

Behrâm-ı Gûr (öl. 438)
Tarihte V. Behrâm diye ünlü olup, 420-438 yıllarında hüküm süren bir Sâ-sânî padişahıdır. Gûr yani yaban eşeği avlamaya tutkun olduğundan, başka bir rivayete göre de çok şiddetli mizacından dolayı bu adla anılmıştır. Musikiyi çok sevdiği, musikişinas ve şarkıcılara büyük değer verdiği anlatılır. Rivayete göre, av sırasında bir çukura düşerek kaybolmuştur. Behrâm’ın av ve aşkları, birçok minyatür ve mesneviye konu olmuştur. Bir beyti:
نامِ من بهرامِ گور، كنيتم بو جبله
منم آن شيرِ گله، منم آن پيلِ يله

“O, sürünün arslanı benim. O hür fil benim. Adım, Behrâm-ı Gûr; künyem, Bû Cebele.”
Ömer Hayyâm (öl. 517/1123) bir rubaîsinde şöyle der:
آهو بچه كرد روبه آرام گرفت
بنگر كه چگونه گور بهرام گرفت
آن قصر كه بهرام در او جام گرفت
بهرام كه گور می گرفتی همه عمر

“Behrâm’ın, içinde şarap içtiği sarayın yerinde şimdi ceylanlar doğuruyor, tilki yuva yapıyor.
Hayatı boyunca gûr (yabani eşek) avlayan Behrâm’ı, gûr’un (mezarın) nasıl avladığını gör.”
Nizâmî (öl. 604/1207), Hamse’sindeki Behrâmnâme, Heft Peyker veya Heft Gunbed adıyla bilinen mesnevisini, Behrâm adına yazmıştır.|
Bel‘amî (öl.383/993)
Ebû Alî Muhammed b. Muhammed b. Abdullâh Temîmi-yi Belamî. Rûdekî-nin memduhu ve hamisi olan ünlü bir Samanî veziri ve yazar.
Ebû Alî-yi Bel‘amî, vezirliğini yaptığı Samanî padişahı Ebû Sâlih Mansûr b. Nûh’un (350-366/961-976) emriyle, 352/963 yılında, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd-i Taberî’nin (224-310/839-922) Târîhu’l-umem ve’l-mulûk diye adlandırılan ve Târîh-i Taberî adıyla meşhur olan tarihini, Arapçadan Farsçaya tercüme etmiştir. Yeni Farsçanın en eski örneği olan bu tercümeye Târîh-i Bel‘amî denilmiştir. Hindistan ve İran’da neşredilmiştir. Taberi-yi Kebîr Ter-cümesi adıyla Osmanlı Türkçesine çevrilen eser 1260-1328 yılları arasında birkaç kez İstanbul’da da basılmıştır. Eserin Fransızca, İngilizce ve Urduca çevirileri de vardır. Ebû Ali-yi Bel‘amî’nin şiirlerinden 2 beyit kalmıştır.
Beşşâr-ı Mergazî
Arapça ve Farsça şiirler söyleyen Beşşâr’dan bugüne, hamriye konulu 31 be-yitlik bir kaside kalmıştır. Rûdekî’den sonra fasih ve beliğ şarap kasidesi yazan en eski şâir olup, Minûçihrî’nin (öl. 432/1040) şarap konulu şiirlerinde onun et-kisi büyüktür. Beşşâr-ı Mergazî’nin, hamriye kasidesinin ilk üç beyti:
شادی و خرّمی همه از رز بود پديد
آن كو، جهان و خلقِ جهان را بيافريد
از رز بُوَدت نُقل و، هم از رز بود نبيد

رز را خدای از قِبَلِ شادی آفريد
از جوهرِ لطافتِ محض آفريد رز
از رز بوَد طعام و، هم از رز بود شراب

Bişr-i Yâsîn (öl. 308/920)
Mutasavvıf şâir. H. V. yüzyıl ünlü sûfîlerinden Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr (öl. 440/1048), küçüklüğünde Bişr’den çok şey öğrenmiştir. Bişr’den bugüne 10 be-yit kalmıştır. Bu beyitlerin birkaçı Esrâru’t-tevhîd’de nakledilmiştir. Bir rubaîsi:
احسانِ ترا شمار نتوانم كرد
يک شكرِ تو از هزار نتوانم كرد
بی تو جانان قرار نتوانم كرد
گر بر تنِ من زبان شود هر مويی

“Sevgili, sensiz rahat edemem, senin iyiliğini sayamam. Eğer vücudumdaki her kılın dili olsa, senin şükrünün binde birini bile eda edemem.”
Dakîki-yi Tûsî (öl. 367-370/977-980)
Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Ahmed Dakîki-yi Tûsî. Sâmânî devrinin, Rûdekî’den (öl. 329/940) sonra ikinci ve son büyük şâiri olup Sâmânî-ler, Çağânîler ve Gaznelilerden Sultan Mahmud’u övmüştür. Kendi methiyeci-liği hakkında şöyle der:
ز فرّ و زينتِ من يافت طَيلسان و اِزار
مديح تا به برِ من رسيد عريان بود

“Medih, bana gelinceye kadar çıplaktı; benim süs ve ferimden elbise ve sarık kazandı.”
Dakîkî’nin hayatı, Araplara karşı milliyet hislerinin yeniden canlandığı, İran tarihi ve ananelerinin yeniden canlanmaya başladığı bir zamana rastlar. Sâmânî-lerden Nûh b. Mansûr’un (366-387/977-997) emriyle, eski İran hükümdarlarının başından geçenleri anlatan bir Şâhnâme nazmetmeye başlamıştır. Henüz Guş-tâsb’ın saltanatı, Zerdüşt’ün ortaya çıkışı, Guştâsb ile Turan’lı Ercesp arasındaki mezhep savaşlarını anlatan 1000 beyitlik kısmı nazmedilmiş iken, Dakîkî’nin, kölesi tarafından öldürülmesi ile eksik kalan eser daha sonra Firdevsî’nin (öl. 411-416/1020-1025) Şâhnâme’sinie dahil edilmiş ve Guştâsbnâme adı ile anıl-mıştır. Yaşama zevki, aşk, şarap ve özellikle Zerdüşt dinine olan temayül, Da-kîkî’nin şiirlerinde açıkça görülür. Zerdüşt dinini çok övmesi, onun bu dinden olması ihtimalini kuvvetlendirir. Aşağıdaki beyitlerde olduğu gibi:
به گيتی از همه خوبی و زشتی
میِ خون رنگ و كيشِ زردهشتی
دقيقی چار خصلت برگزيده است
لبِ ياقوت رنگ و نالـهء چنگ

“Dakîkî, dünyada mevcut güzellik ve çirkinliklerden dört tanesini seçmiştir: Yakut renkli dudak, çeng sesi, kan renkli şarap ve Zerdüşt dini.”
Dakîkî şu beytinde de Zerdüşt dinini över:
كسی كو نداند رهِ زردهشت
به يزدان كه هرگز نبيند بهشت

“Tanrıya yemin olsun ki Zerdüşt’ün yolunu bilmeyen, asla Cenneti gör-mez.”
Dakîkî, hicrî dördüncü yüzyıl şâirlerinden olan Mes‘ûdi-yi Mervezî’den son-ra, İran destanını nazmeden ikinci kişidir. Şâir eserini yazarken, Horasanlı bir bilgin tarafından 346/957’de mensur olarak yazılan ve Sâmânî devrinin sonuna kadar İran destanının tarihi olan Şâhnâme-i Ebû Mansûrî’den de faydalanmıştır.
Dakîkî’nin şiiri hakkında Şibli-yi Nu‘mânî abartılı bir ifade ile şöyle der: “Dakîkî’ye kadar Arapça kelimeler, Farsça ile o kadar mezcolmuştu ki sanki bu arada üçüncü bir dil ortaya çıkmıştı. Abbâs-ı Mervezî’nin şiirlerinde -ki tümü 4 beyittir- Arapça kelimeler, Farsça olanlardan daha çoktur. Rûdekî, Belhî ve di-ğerleri de yaklaşık aynı durumdadır. Fars dilini bu karışımdan kurtaran ve müs-takil bir dil ortaya koyan ilk kişi, Dakîkî’dir. Onun binlerce şiirinde Arapça tek bir kelime görülmez. Dakîkî’nin kötü talihini düşününüz ki şöhret eli, bu iftihar tacını, nasıl ondan çalıp Firdevsî’nin başına koymuştur. Evet, Dakîkî’nin şiiri hâlis idi...”
Dakîkî kaside, gazel, kıt‘a ve mesnevi gibi çeşitli şiir türlerinde başarıyla ka-lem oynatmıştır. Özellikle kasideleri mükemmeldir. Hamâsî şiirde ise Firdev-sî’ye (öl. 411-6/1020-5) önderlik etmiştir. Şiirinde kullandığı vasıflar, ince mânâlar ve taze mazmunlar onun şiirine özel bir renk vermiştir. Şiirinden örnek:
زان شد ز پيشِ چشمِ من امروز چون پری
هرگز مباد كس كه دهد دل به لشكری
ياری گزيدم از همه مردم پری نژاد
لشكر برفت و آن بتِ لشكر شكن برفت

“Bütün insanlar(ın arasın)dan peri kızı (gibi) bir sevgili seçtim. Bundan do-layı gözümün önünden bugün peri gibi (kaybolup) gitti. Ordu gitti, o ordu-lar ye-nen dilber de gitti. Hiç kimse asla orduya gönül veren olmasın.”
عزيز از ماندنِ دايم شود خوار
عفونت گيرد از آرامِ بسيار
من اينجا دير ماندم خوار گشتم
چو آب اندر شَمَر بسيار مانَد

“Ben burada çok kaldım, (bu yüzden) değersiz oldum. Değerli (insan bir yer-de) devamlı kaldığı için hakir olur. Suyun, havuzda çok kalınca, fazla dur-gunluk-tan dolayı kötü kokması gibi.”
Ebû Hafs-ı Suğdî
Tam adı Ebû Hafs Hakîm b. Ahvas Suğdi-yi Semerkandî. İbnu’l-Ahvas diye de bilinir. Farsça söyleyen ilk şâirlerden. Ayrıca bir musikişinas olan şâirin, şah-rud adlı musikî aletini icat ettiği söylenir. Onun, nahiv ve lugat bilgini olduğu, lugat hakkında Farsça bir risale yazdığı da belirtilir.
Bu şâirin değişik şekillerde bugüne kadar gelen beyti şudur:
يار ندارد بی يار چگونه رودا
آهوی كوهی در دشت چگونه دودا

“Dağ geyiği çölde nasıl koşsun? Yari yok, yarsiz nasıl yürüsün?”
Ebu’l-Abbâs-i Mervezî (öl. 200/815)
Deri Farsçası ile şiir söyleyen ilk kişilerden.
Arapça ve Farsçaya vakıf olan bu şâir her iki dilde şiir söylemiştir. Ona ait ol-duğu söylenen en ünlü şiir, Halife el-Me’mûn’un 193/808’de Merv’e gelişinde, onu övmek için yazıp sunduğu ve karşılığında 1000 dirhem caize aldığı kasidedir. Bu kasidenin ilk iki beyti:
گسترانيده به جود و فضل در عالم يدين
دينِ يزدان را تو بايسته چو رخ را هر دو عين
ای رسانيده به دولت فرقِ خود بر فرقدين
مر خلافت را تو شايسته چو مردم ديده را

“Ey ululukta, başını Ferkadeyn yıldızına ulaştırmış, cömertlik ve fazilet ile âlemi elleri arasına almış olan padişah!
İnsanlar için göz ne kadar gerekliyse, hilâfet için de sen o kadar gereklisin. Yüz için göz gerekli olduğu kadar, sen de Allah’ın dini için gereklisin.”
Ebu’l-Alâ-i Şûşterî
Ebu’l-Alâ’dan kalan şiirler, onun masnû şiirler söylediğini ve bu konuda güç-lü olduğunu göstermektedir. Hezel konusunda da Kisâî, Muncîk-i Tirmizî ve Tayyân-ı Merğazî’ye öncülük etmiştir. Ebu’l-Alâ’nın, aruz hakkında Farsça bir eser yazmıştır. Buna gore o, edebiyat ilimlerinde Fars dili ile eser veren ilk kişi sayılabilir. Ebu’l-Alâ’nın şiirlerinden 12 beyit bugüne kadar gelebilmiştir.
Ebu’l-Feth el-Bustî (öl. 401/1010)
H. IV. yüzyılın sonunda ve Gazneliler devri başında yaşamış ünlü züllisâneyn şâir ve yazarlardan. Afganistan’ın Bust şehrinde doğmuştur. Sâmânîlerden Nûh b. Mansûr’a (366-387/977-997) münşîlik ve kâtiplik yapmıştır. Bust emîri Baytur’un hizmetinde de bulunan şâir, Gazneli Mahmûd’un babası Nâsıruddîn Se-büktekin, Bust’u ele geçirdikten sonra onun hizmetine girmiş ve dîvân-ı resâilde görev almıştır. Sebüktekin’in ölüm tarihi olan 387/997’ye kadar bu görevde bu-lunmuş ve Mahmûd’un saltanatının ilk yıllarında da aynı görevde kalmıştır.
Ebu’l-Feth el-Bustî’nin şiirleri arasında Unvânu’l-hikem, Unvânu’l-hilm veya Kasîde-i Nûniyye adıyla anılan, basit bahri ile yazılmış olup, ahlâkî öğütler içeren 63 beyitlik Arapça bir kasidesi vardır. Bu kasidenin matlaı:
و ربحه غير محض الخير خسران
زيادة المرء فی دنياه نقصان

“Kişinin dünyadaki refahı hayır yapmak için değilse eksikliktir; hayırdan başka şeyleri elde etmesi ise zarar ve ziyandır.”
Arapça şiir ve nesirde mahir olan şâirin, Arapça ve Farsça birer divanı vardır. Arapça divanı basılmıştır. Cinas-ı mürekkeb sanatına örnek olarak verilen Arap-ça bir beyti:
فدعه فدولته ذاهبه
اذا مَلِك لم يكن ذا هِبَه

“Padişah bağış sahibi olmayınca, onu bırak, çünkü onun devleti geçicidir.”
Ebu’l-Feth el-Bustî’nin birçok tevkîâtı vardır. Bunlardan biri, retorik kitapla-rında akis sanatına örnek olarak verilmektedir: عاداتُ السّاداتِ ساداتُ العادات
Arapça şiirlerinden diğer örnekler:
و ما لی عن حُكم القَصاص مَناص
جَرَحتَ فؤادی و الجُروح قصاص
رَمَيتُك عن حُكم القضاء بِنَظرَة
فلما جَرَحتُ الخَد منك بِمُقلتی

“Ben seni, bir bakışla kazanın hükmünden uzaklaştırdım. Halbuki benim için kısasın hükmünden kurtuluş yolu yoktur.
Ben gözyaşlarımla yanağını yaraladığımda, sen de benim kalbimi yarala-dın. Ne yapalım, yaralamada kısas vardır.”
Ebu’l-Hasan el-Harakânî (348-425/959-1030)
Ebu’l-Hasan Alî b. Ca‘fer el-Harakâni-yi Bistâmî. Büyük zahid ve ârif, tasavvuf ehlinin ünlü bir mürebbisi. Bâyezîd-i Bistâmî’nin ruhanî mürididir. Ünlü mutasavvıflardan Ebu’l-Abbâs Kassâb ve Abdullâh-ı Ensârî ile görüşmüştür.
Arapça ve Farsça eserler yazan Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin en ünlü eseri, ölümünden sonra bir müridi ya da müritleri tarafından 10 bab halinde tedvin edilen Nûru’l-ulûm’dur. Tasavvufun esas ve merhalelerinden söz eden eser, sa-de, akıcı ve tatlı bir nesirle yazılmıştır. H. IV. yüzyıl ile V. yüzyılın ilk yarısı Fars nesrinin genel özelliklerini taşır. Eser yayınlanmış olup Türkçeye de çevrilmiştir.
Bu eserde bulunan rubailerin bir kısmı Hayyâm’a (öl. 517/1123) nispet edilir. Rubailerinden örnekler:
وين حرفِ معمّا نه تو خوانی و نه من
گر پرده بر افتد، نه تو مانی و نه من
اسرارِ ازل را نه تو دانی و نه من
هست ازپسِ پرده گفتگویِ من و تو

“Ezel sırlarını ne sen bilirsin, ne de ben; bu muamma sözünü ne sen okur-sun (çözersin), ne de ben. Perdenin arkasında seninle benim konuşmalarımız var; perde düşerse, ne sen kalırsın, ne de ben.”
بی ديدنش از گريه نياسايد چشم
گر دوست نبيند به چه كار آيد چشم؟
آن دوست كه ديدنش بيارايد چشم
ما را ز برایِ ديدنش بايد چشم

“O öyle bir dosttur ki göz, onu görmekle süslenir; onu görmezse ağlamaktan duramaz göz.Bize, onu görmek için lâzım göz. Dostu görmezse ne lâzım göz.”
Ebu’l-Heysem-i Gurgânî
Hvâce Ebu’l-Heysem Ahmed b. Hasan-ı Gurgânî. Hicrî IV. yüzyıl sonu ile V. yüzyıl başında yaşamış bir şâir, hakîm ve bilgin. İsmailî mezhebinden olup, ken-disinden sâdece müctes bahrinde 89 beyitlik bir kaside kalmıştır. Bu kaside, hikemî ve felsefî bazı sorular ile onların cevabını içermektedir. Nâsır-ı Husrev (öl. 481/1088), Bedahşan emîri Alî b. Esed’in isteği ile, bu kasidenin 82 beytini, Câmiu’l-hikmeteyn adlı bir risale ile 462/1069’da şerhetmiştir. Ayrıca hicrî beşinci yüzyıl başlarında, Ebu’l-Heysem’in talebelerinden Ebû Saîd Muhammed b. Surh-ı Nîşâbûrî de adı geçen kasidenin 76 beytini şerhetmiştir. Fasih bir nesirle yapılan bu şerh, Tahran’da basılmıştır.

Ebu’l-Mesel-i Buhârâyî
Sâmânî devri şâiri. Rûdekî ile çağdaştır. Ebu’l-Mesel’den bugüne 25 beyit kalmıştır. Yaşlılığı şöyle tavsif eder:
به چشمِ بتان ظلمت است آن ضيا
اگر كبک بگريزد از تو، سزا
ز كافور پوشيده برگ گيا؟
بر افگند پيری ضيا بر سرت
نبينی كه باز سپيديی، كنون؟
نبينی سمن برگِ نسرين شده

Ebu’l-Mueyyed-i Belhî
Hicrî IV. yüzyılın ilk yarısına damgasını vurmuş büyük bir yazar ve şâir. Müeyyedî mahlasını kullanan bu şâirin 22 beyti bugüne ulaşmıştır.
Yûsuf u Zuleyhâ mesnevisini, Farsça ilk nazmeden kişidir.
Ebu’l-Mueyyed, bugün elimizde bulunmayan, fakat birçok kaynak eserde kendisine işaret edilen mensur bir şehnâme yazmıştır. 352/963 yılından önce yazılan bu eser, yeni İran edebiyatında bu konuda yazılan ilk eserdir. Bir kısmı Gerşasb’la ilgili hikâyeleri ihtiva eden bu eser, Kitâb-ı Gerşâsb, Şâhnâme-i Bozorg, Şehnâme-i Mueyyedî veya Şehnâme-i Ebu’l-Mueyyed adlarıyla anılır.
Kara ve denizlerin tuhaflıklarından bahseden Acâyibu’l-buldân (Acâyib-i Bahr u Berr veya Acâyibu’l-eşyâ) da Ebu’l-Mueyyed’in diğer bir mensur eseridir. Târîh-i Sîstân yazarının, Sistan’la ilgili olağanüstü olayları bu eserden aldığı belirtilir. Acâyibu’l-buldân, Samanî hükümdarı Nûh b. Mansûr (366-387/976-997) adına yazılmış ve ona ithaf edilmiştir.
Ebû Nasr-ı Fârâbî (260/874/339/950)
Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed-i Fârâbî. Maveraünnehir’e bağlı Fa-rab’da doğmuş, Bağdad’a giderek orada felsefe ve Arap dili tahsil etmiştir. İslâm memleketlerine seyahatler yapmış, 339/950’de Şam’da vefat etmiştir. Rûde-kî’nin çağdaşıdır. Felsefe, hikmet, riyaziye, nücum, tıp ve musikî gibi ilimlerde ma-hir olan Fârâbî, kanun adlı sazın da mucididir. Muallim-i evvel lakabıyla tanınan Aristo’nun bütün eserlerini okuyup mütalaa ettiği için kendisine Muallim-i sânî lakabı verilmiştir. Eflâtûn’un mantık usulünü de okuyan Fârâbî, kendisinden sonraki filozoflar üzerinde etkili olmuştur. Yazdığı kitap ve risalelerle Aristo ve Eflâtûn felsefelerini açıklamış ve birbiriyle mukayese etmiştir. Arapça ve Farsça şiirler söylemiştir. Felsefi düşüncelerini içeren 2 rubaisi:
ازرق پوشانِ اين كهن ديواريد
او را به خلاص همّتی بگماريد
ای آنكه شما پيرِ جوان ديداريد
طفلی ز شما در بر ما محبوس است

“Ey siz, genç görünen yaşlılar! Ey bu eski feleğin mavi giyinen (sufi)leri (yıl-dızları)! Bizim gözümüzde mahpus olan, sizden sizin gibi çocuğa gözyaşları-mıza, kurtulması için himmet ediniz.”
وآن گوهرِ بس شريف ناسفته بماند
آن نكته كه اصل بود، ناگفته بماند
اسرارِ وجود، خام و ناپخته بماند
هركس به دليلِ عقل، چيزی گفتند

Ebû Suleyk-i Gurgânî
Saffârîler devri şâiri. Saffârîlerden Amr b. Leys (265-278/878-891) zamanın-da yaşamıştır. Bu şâirin 11 beyti bugüne kadar gelmiştir. Bir kıt’ası:
بِه كه آبِ روی ريزی در كنار
پند گير و كار بند و گوش دار
خونِ خود را گر بريزی بر زمين
بت پرستيدن بِه از مردم پرست

“Kendi kanını yere dökmen, bir kucağa yüzsuyu dökmenden daha iyidir. Puta tapmak, insana tapmaktan daha iyidir. Öğüdü tut, ona uy ve kulak ver.”
Ebû Şekûr-i Belhî
Sâmânî devri şâiri. Rûdekî’nin son, Firdevsî’nin ilk günlerine yetişmiştir. Hikmet ilminde de meşhur olduğu için kendisine Hakîm lakabı verilmiştir.
Ebû Şekûr’un şiirlerinden, 443 beyit bugüne ulaşmıştır. Bunların bir kısmı onun kasidelerine aittir. 300 beyit kadarı da mütekarib bahrinde yazılmış olup, hikemî ve sosyal düşüncelerine yer verdiği, Sâmânîlerden Nûh b. Nasr b. Ahmed b. İsmâîl (331-343/ 942-954) adına yazdığı Âferînnâme adlı mesnevisine aittir. Şâir, bu eseri 333/944’te nazmetmeye başlamış ve 336/947’de bitirmiştir.
Ebû Şekûr’un şiirlerinden 438 tanesi Muhammed-i Debîr Siyâkî tarafından Genc-i Bâzyâfte adlı kitapta bir araya getirilmiştir. Gilbert Lazard da Eş’âr-ı Pe-râkende’sinde onun 420 beytine yer vermiştir. Ebû Şekûr şiir sanatına dâir bir kitap yazmış ve onu 330/941’de tamamlamıştır. Ebû Şekûr’un şiirlerindeki maz-munlar, başka şâirlerin dikkatini çekmiştir. Meselâ şâirin Âferînnâme mesne-visine ait olan
اگر چرب و شيرين دهی مر ورا
ازو چرب و شيرين نخواهی مزيد
درختی كه تلخش بوَد گوهرا
همان ميوهء تلخت آرد پديد

“Cevheri acı olan bir ağaca tatlı ve yağlı da versen, aynı acı meyveyi ve-rir;ondan tatlı ve yağlı meyve alamazsın.” beyitlerinde işlediği mazmunu, daha sonra Firdevsî (öl. 411-416/1020-1025), Gazneli Mahmûd hakkında yazdığı hic-viyede daha güzel bir şekilde ifade etmiştir:
گرش بر نهانی به باغِ بهشت
همان ميوهء تلخ بار آورد
درختی كه تلخ است وی را سرشت
سر انجام گوهر بكار آورَد

“Yaratılışı acı olan bir ağacı Cennet bahçesine de diksen, sonunda ondaki cevher etkisini gösterir ve aynı acı meyveyi verir.”
Aynı mazmun, Sa’dî tarafından şöyle işlenmiştir:
هرگز از شاخِ بيد برنخوری
كز نیِ بوريا شكّر نخوری
ابر اگر آبِ زندگی بارد
با فرومايه روزگار مبر

“Bulut hayat suyu yağdırsa bile, söğüt dalından meyve alamazsın. Adi kişiye, zaman harcama. Hasır kamışından şeker yiyemezsin.”
Şu iki beyit de Ebû Şekûr’undur:
مجروح شد آن چهرهء پر حُسن و ملاحت
وين حكمِ قضائيست : جراحت بجراحت
از دور به ديدارِ تو اندر نگريستم
ور غمزهء تو خسته شد آزرده دلِ من

“Uzaktan senin didarına baktım. O güzellik ve melâhat dolu çehre yara-landı. Senin gamzenden, yaralı gönlüm yorgun düştü. Bu, kazânın hük-müdür: Yarala-maya karşı, yaralama.”
Ebû Şekûr’un şu beyti çok ünlüdür:
كه بدانم همی كه نادانم
تا بدانجا رسيد دانشِ من

“Bilgim o dereceye ulaştı ki bilmediğimi biliyorum”.
Şâirin şu beyti de cinas-ı muzari ve lâhik sanatına örnek olarak retorik ki-taplarında yer almıştır:
درستی درشتی نمايد نخست
درشت است پاسخ وليكن درست

“Cevap kaba, fakat doğrudur. Doğruluk önce kaba görünür”.
Ebû Şuayb-i Herevî
Ebû Şuayb Sâlih b. Muhammed-i Herevî. Sâmânî devri şâiri. Rûdekî’nin son zamanlarına yetişmiştir. Ebû Şuayb-i Herevî’den bugüne 16 beyit kalmıştır. Bu beyitlerden onun ince zevkli bir gazel şâiri olduğu anlaşılır. Bir Hıristiyan kızına olan aşkı hakkında şu şiiri söylemiştir:
آهو چشمی، حلقه زلفی، لاله خد
كش سياوش اَفدَر و پرويز جد
بر چكد از سيم بر شنگرف مد
تُرک را بی شی ز رنگ آيد حسد
بسته بر تارک ز ابريشم عُقَد
سوزنی سيمين ميان هر دو حد
دوزخی كيشی بهشتی روی و قد
سلسله جعدی بنفشه عارضی
لب چنان كز خامىِ نقّاشِ چين
گر ببخشد حسنِ خود بر زنگيان
بينيی چون تارکِ ابريشمين
از فرو سو گنج و از بر سو بهشت

Ebû Tayyib-i Mus‘abî öl. 326/937)
Ebû Tayyib Muhammed b. Hâtim-i Mus‘abî. Arapça ve Farsça güzel şiirler söylemiştir. Sâmânîlerden Nasr b. Ahmed (301-331/914-943) devrinde sâhibdî-vân-ı risâlet görevinde bulundu. Ebu’l-Fazl-i Bel‘amî’nin vezirlikten azledilmesi üzerine 326/937’de adı geçen hükümdara vezir oldu ve yine aynı padişahın em-riyle öldürüldü. 16 Farsça beyti bize kadar gelen Mus‘abî’nin aşağıdaki beyti, retorik kitaplarında tarsî’ sanatına örnek olarak verilmiştir:
عنبر ذقن است يا سمن بویِ من است
شكّر شكن است يا سخن گویِ من است

“Tatlı dillidir ya da benim hatibimdir. Anber çenelidir ya da benim yase-min kokulumdur”.
Arapça şiirlerinden örnekler:
و اغتنِم يوما ترجيه بلَهو و سرور
لك ماتصنع والكفران يُزري بالكفور
اختَلِص حَظك في دنياك مِن ايدي الدهور
و اصنعِ العُرف الي كل كَفور و شَكور

“Zamanın elinden dünyevî payını al. Arzu ettiğin şeyi, oyun ve eğlence ile geçirerek bir gün (de olsa) fırsatı değerlendir.
Nankörlük edene ve teşekkür edene iyilik yap. Yaptığın, yanına kalır.”
Fîrûz-ı Maşrıkî (öl. 283/896)
Saffarî devri şâiri. Üstad olarak tanınan bu şâir, Hanzala-i Bâdgîsî ve Mah-mûd-ı Varrâk-ı Herevî ile çağdaştır. Bugüne kadar gelebilen 9 beyti vardır. Okun tavsifi hakkındaki bir kıt’ası:
مرغی كه همه شكارِ او جانا!
تا بچه اش را برد بمهمانا
مرغيست خدنگ، ای عجب ديدی
داده پرِ خويش كرگسش هديه

“(Bu) okun ne acayip bir kuş olduğunu gördün mü? Avı, can olan bir kuş. Yavrusunu, misafir olarak götürmesi için, akbaba, tüyünü ona hediye etmiş.”
Hanzala-i Bâdğîsî (öl. 220/835)
Derî diliyle şiir söyleyen ilk şâirlerden. Tâhirîlerden Abdullâh b. Tâhir zama-nında Nişabur’da yaşadığı ve bir divan tertip ettiği rivayet edilir. Hakîm un-vanıyla bilinir. Hanzala’dan bugüne 5 beyit kalmıştır. Şiirinden örnek:
شو خطر كن ز كامِ شير بجوی
يا چو مردانت مرگِ روباروی
مهتری گر به كامِ شير در است
يا بزرگی و عزّ و نعمت و جاه

“Ululuk arslanın ağzında dahi olsa git, tehlikeye atıl, onu arslanın ağzından al. Ya ululuk, izzet, nimet ve mevki (kazanmak); veya erkekler gibi ölümle yüzyüze (kalmak).”
ازبهرِ چشم تا نرسد مر ورا گزند
با رویِ همچو آتش و با خالِ چون سپند
يارم سپند اگرچه بر آتش همی فكند
او را سپند و آتش نآيد همی بكار

“Sevgilim nazar değmesin diye ateşe nazar otu atıyordu. Ateşe ve nazar bon-cuğuna ne gerek var; yanağı ateş gibi, beni ise nazar otu gibi.”
Husrevânî (öl. 342/953)
Hakîm Ebû Tâhir Tayyib b. Muhammed-i Husrevânî. Sâmânî devri büyük şâirlerinden. Şirlerinde tasavvufî mânâlar ile vahdet-i vücûd felsefesi görülür. Husrevânî’nin 87 beyti bugüne kadar gelebilmiştir. Bu şiirlerde onun, boş ve an-lamsız geçen bir hayattan dolayı duyduğu acı ve kötümserlik sezilir. Bir kasidesine ait olan iki beyit:
كزان چهار به من ذرّه ای شفا نرسيد:
به دارو و به دعا و به طالع و تعويذ
چهار گونه كس از من به عجز بنشستند
طبيب و زاهد و اختر شناس و افسونگر

Husrevi-yi Serahsî (öl. 383/993’ten önce)
Ebûbekr Muhammed b. Alî-yi Husrevi-yi Serahsî. Felsefe alanındaki bilgi-sinden dolayı Hakîm unvanıyla anılan Husrevî, felsefî ıstılahları şiirde kullanan en eski şâirlerdendir. Hatta felsefî düşünceleri şiirsel hayallerle karıştıran ve bu yol-da çığır açan ilk kişidir.
Züllisâneyn yani hem Arapça hem de Farsça şiir yazan güçlü bir şâirdir. Ziyâ-rîlerin ünlü padişahı Kâbûs b. Voşmgîr (366-403/976-1012), Büveyhîlerin ünlü veziri Sâhib b. Abbâd (326-385/938-995), Horasan Sipehsâlârı Nâsıruddevle Muhammed b. İbrâhîm (öl. 377/987) gibi kişileri övmüştür.
Husrevî’den bugüne 112 beyit kalmıştır. Zamaneyi kötülediği ünlü bir kıt’ası:
كه به توحيد وهم نابيناست
گر به وهم اندر آوريش خطاست
وين دو بر كردگار نازيباست
كيف چون باشدش كه بی اَكفاست
نامكان گير را مگو كه كجاست
مر خداوند را به عقل شناس
آفريننده را نيابد وهم
وهمِ ما يارِ جوهر و عرض است
كيف گفتن خطاست ايزد را
نيست مانندِ او، مپرس كه چيست

Kisâi-yi Mervezî (341-391/953-1001)
Ebu’l-Hasan (Ebû İshâk) Alî b. Muhammed-i Kisâi-yi Mervezî. Ünlü Şiî şâir. Kisâî, Samanî hükümdarı Nûh b. Mansûr (366-387/977-997) ve veziri Ebu’l-Hasan el-Utbî’hakkında kaside yazmış ve onların ihsan ve yardımlarına nail ol-muş, Gazneli Mahmûd’u da övmüştür. Kisâî’nin şiirlerinden 398 beyit bugüne kadar gelmiştir. Şâirin ünlü Lâmiyye Kasidesi’nden birkaç beyit:
چهارشنبه و سه روز باقی از شوّال
سرود گويم، و شادی كنم به نعمت و مال
كه بَرده گشتهء فرزندم و اسيرِ عيال
شمارنامهء با صد هزار گونه وبال
كه ابتداش دروغ است و انتهاش مُحال
نشانهء حَدَثانم، شكارِ ذُلّ سؤال
دريغ صورتِ نيكو، دريغ حسن و جمال
كجا شد آن همه نيرو، كجا شد آن همه حال؟
رُخم به گونهء نيل است و تن به گونهء نال
چو كودكانِ بد آموز را نِهيبِ دَوال
شديم و شد سخنِ ما فسانهء اَطفال
بكَند بالِ تو را زَخمِ پنجه و چنگال
جدا شو از امل و گوشِ وقتِ خويش بمال
به سيصد و چهل و يک رسيد نوبتِ سال
بيامدم به جهان تا چه گويم و چه كنم؟
ستوروار بدين سان گذاشتم همه عمر
به كف چه دارم از اين پنجهِ شمرده تمام؟
من اين شمار به آخر چگونه فصل كنم؟
درم خريدهء آزم، ستم رسيدهء حرص
دريغ فرّ جوانی، دريغ عمرِ لطيف
كجا شد آن همه خوبی، كجا شد آن همه عشق؟
سرم به گونهء شير است و دل به گونهء قير
نهيبِ مرگ بلرزانَدَم همی شب و روز
گذاشتيم و گذشتيم و بودنی همه بود
ايا كسائی پنجاه بر تو پنجه گذارد
تو گر به مال و امل بيش از اين نداری ميل

“Yıl sırası 341’e ulaştı; Şevval (ayının sonun)dan üç gün eksik.
Ne söylemek ve ne yapmak için dünyaya geldim? Nimet ve mal ile şiir söyler ve sevindiririm.
Bütün ömrümü, oğulun kölesi ve ayalin (evlat ve çocuk) esiri olduğum halde hayvan gibi geçirdim.
Bu sayılmış tam 50 yıldan elimde neyim var? Yüzbin çeşit veballi hesap defteri.
Ben bu sayıyı sonunda nasıl tamamlarım. Çünkü başlan-gıcı yalan, sonu ise muhaldir.
Tamahın kölesi ve hırsın zulmüne uğramışım; hadiselerin hedefi, sorguya boyun eğmenin avıyım (hadiselere maruz kalmışım ve hesaba çekileceğim).
Yazık gençliğin gücüne, yazık iyi yaşamaya, yazık güzel yüze, yazık güzellik ve cemale!
O bütün güzellik nereye gitti? Nereye gitti o bütün aşk? O bütün güç nereye gitti? Nereye gitti o bütün hal?
Başım arslan gibi, gönlüm zift (gibi kapkara), yüzüm Nil gibi, vücudum ney gibi (sarı ve zayıf).
Ölüm korkusu beni gece gündüz titretir. Tembel çocukların tasma korkusu gibi.
Geçirdik, gittik, olan oldu; gittik ve şiirimiz çocukların efsanesi oldu.
Ey Kisâî, 50 yıl sana pençesini attı. Pençe ve çengelin darbesi senin kanadını kopardı.
Senin eğer mal ve emele karşı bundan fazla meylin yoksa, emelden uzak ol ve vaktinin kulağını bük (vaktine tenbih et de boşuna geçmesin).”
Kisâî’nin yukarıdaki ünlü kasidesini Ferruhî (öl. 429/1037), Gazâirî (öl. 426/ 1034), Unsurî (öl.431/1039), Katrân (öl. 465/1072), Mes‘ûd-i Sa‘d (öl. 515/ 1121), Muizzî (öl. 520/1126), Zahîr (öl. 598/1201), Enverî (öl. 583/1143) ve Sa‘dî (öl. 691-4/1291-4) gibi şâirler tanzir etmişlerdir.
Şiirde Rûdekî’nin üslûbunu takib etmiş ve onu üstad olarak kabul etmiştir. Hayatının sonlarında sultanlara kaside yazmaktan vazgeçen Kisâî, ibadet ve riyazete yönelmiş, zühd ve öğüt hakkında şiirler yazmıştır. Bu yönden, h. IV. yüzyıl ünlü şâiri Nâsır-ı Husrev (öl. 481/1088) onu övmüş ve örnek almıştır. Ünlü şâir Ferruhî de Kisâî’nin üslûbuna yakın bir üslup kullanmıştır.
Ammâre-i Mervezî, Kisâî hakkında şöyle der:
چونانكه جهان جمله به استادِ سمرقند
زيبا بوَد ار مرو بنازد به كسائی

“Bütün dünyanın, Semerkand’ın üstadıyla (yani Rûdekî ile) övünmesi gibi, Merv de Kisâî ile övünse yaraşır.”
Sabır hakkındaki iki beyti:
آری دهد وليک به عمرِ دگر دهد
عمری دگر ببايد تا صبر بر دهد
گويند صبر كن كه تو را صبر بر دهد
من جمله عمرِ خود به صبوری گذاشتم

Bir tegazzülü:
شاهِ حُسنی و عاشقانت سپاه
هر كجا بگذری، بر آيد ماه
چه بُوَد نامه جز سپيد و سياه؟
به رخ و زلف، توبه ای و گناه
ای به رخ سيم، زلف كن كوتاه
ای ز عكسِ رخِ تو آينه ماه
هر كجا بنگری، دَمَد نرگس
روی و مویِ تو نامهء خوبيست
به لب و چشم، راحتی و بلا
دستِ ظالم، ز سيم كوته بِه

Bir rubaisi:
اين جان به لب رسيده را بنوازد
شمشير كشيده بر سرِ ما تازد
گر در عمری شبی به ما پردازد
لب بر لبِ او نهشته ناگه خورشيد

Mantıki-yi Râzî (öl. 367-380/968-990)
Ebû Muhammed Mansûr b. Ali-yi Râzi-yi Mantıkî. Büveyhîler zamanında ve onların muhitinde yani Irâk-ı Acem’de yaşamış, Arapça ve Farsça şiirler yazmış üstad bir şâir. Bazen Mansûr bazen de Mantıkî mahlasını kullanan şâir, edebî sanatlara, özellikle hüsn-i ta’lîle çok düşkündür.
Mantıkî, şiirlerinde Sâhib b. Abbâd’ı övmüştür. Onun şiirlerini devamlı oku-yan Sâhib b. Abbâd, henüz 12 yaşında iken Arapça çok güzel şiir söyleyen, daha sonraları makâme türünün mucidi olan Bedîuzzamân el-Hemedânî’den (öl. 398/ 1007), Mantıkî’nin
چون زلف زدی ای صنم، به شانه
چون مور كه گندم كشد به خانه
منصور كدام است از اين دوگانه!
يک موی بدزديدم از دو زلفت
چونانش به سختی همی كشيدم
با موی بخانه شدم، پدر گفت

beyitlerini manzum olarak Arapçaya çevirmesini istemiş, Bedîuzzamân da bu 3 beyti, istenen vezin ve kafiyede olmak üzere Arapçaya çevirmiştir:
حينَ غدا يَمشُطُها بالمشاط
تَدَلحَ النَملِ بِحَب الحِناط
كِلاهما يَدخل سَم الخِياط
سَرَقتُ من طُرتِه شَعرَة
ثم تَدَلحتُ بها مُثقلا
قال أبی مَن ولدی منكما

“(Sevgili) saçını tarakla taradığında, alnından bir tel çaldım.
Ben o saç telini, karıncanın, buğday tanesini (yuvasına) taşıdığı gibi (zorlukla) taşıdım.
Babam dedi: Sizden hanginiz benim çocuğum? Çünkü her ikiniz de (benim yanıma), iğnenin deliğinden geçer gibi giriyorsunuz.”
Mantıkî’den, çoğunluğu kasidelerine ait olmak üzere, 84 beyit kalmıştır. Büveyhî veziri Ebu’l-Kâsım İsmâîl b. Abbâd b. Abbâs’ı (vez. 367-380/968-990) övdüğü bir kasidesine ait birkaç beyit:
بناليد و تنش بگرفت نقصان
بر آمد بر فلک چون نوکِ چوگان
فگند اين نعلِ زرّين در بيابان
مهِ گردون مگر بيمار گشته است
سپر كردارِ سيمين بود و اكنون
تو گفتی خنگ صاحب تاختن كرد

Ma‘rûfi-yi Belhî
Ebû Abdillâh Muhammed b. Hasan-i Ma‘rûfi-yi Belhî. Sâmânîlerden Ab-dülmelik b. Nûh’u (343-350/954-961) övmüştür. Hiciv ve hezelde güçlü olan bu Ma‘rûfî’nin şiirleri arasında, çeşitli mesnevi vezinlerine rastlanır. Şâirin gazel, kıt’a ve müfredlerden oluşan 55 beyti bugüne kadar gelebilmiştir.
Mes‘ûdi-yi Mervezî
Hicrî III. yüzyıl sonu ile IV. yüzyıl başı. İran’ın tarihî ve hamâsî rivayetlerini nazmetmeye başlayan ve manzum şehnâme yazan ilk şâir. Onun şehnâmesi hicrî IV. yüzyılda İran’ın doğu bölgelerinde ünlü olup sonradan kaybolmuştur. Bu şâ-irden bugüne 3 beyit kalmıştır. Bu beyitlerden ikisi:
گرفتش بگيتی پيش گاهی
كه فرمانش به هر جايی روا بود
نخستين گيومرث آمد بشاهی
چو سی سالی به گيتی پادشا بود

Meyserî
Hakîm Meyserî veya Muyesserî. Tıp ilmine dâir hezec bahrinde 5000 beyitlik Dânişnâme veya Tıbb-ı Mansûrî adlı Farsça didaktik mesnevinin yazarı. Bu eser, Ebûbekr Muhammed b. Zekeriyyâ-yı Râzî’nin (öl. 320/932), Sâmânîler’e bağlı olarak Rey’de hüküm süren Mansûr b. İshâk adına yazdığı muhtasar, fakat eski tıbbın önemli eserleri arasında sayılan,10 cüzden oluşan, orta çağlarda Latin-ceye çevrilen ve sonraları defalarca basılan Tıbb-ı Mansûrî’nin manzum şekli ve tıpla ilgili ilk manzumedir. Meyserî bu eseri Büveyhîlerden Hasneveyh b. Hü-seyn adına 367-370/977-980 yılları arasında nazmetmiştir.
Muammeri-yi Curcânî
Ebû Zurrâa Muammeri-yi Curcânî. Şeyh unvanı ile de anılır. Sâmânîler dev rinde yaşamış bir şâir. Ona ait 11 beyit ugüne kadar gelebilmiştir. Sâmânî padi-şahına şöyle demiştir:
عجب مكن، سخن از رودكی نه كم دانم
زبهرِ گيتی، من كور بود نتوانم
به من دهی، سخن آيد هزار چندانم
اگر بدولت با رودكی نمی مانم
اگر بكوریِ چشمِ او بيافت گيتی را
هزار يک زان كو يافت ا ز عطایِ ملوک

“Eğer nimet bakımından Rûdekî’ye benzemesem de Rûdekî’den az şiir bil-diğimi zannetme.
Eğer o, gözünün körlüğü sayesinde dünyayı elde ettiyse, ben dünya için kör olamam.
Padişahların bağışından onun elde ettiğinin binde birini bana versen, şii-rim (onun şiirinin) bin katı (değerli) olur.”
Muhammed b. Abdehu’l-Kâtib
H. IV. yüzyıl sonu ile V. yüzyıl başlarında yaşamış şâir, yazar ve kâtip. Ma-veraünnehir Türk hükümdarlarından Hâniyye diye ünlü olan Karahanlılardan Buğrâ Hân’a (öl. 383/993) debirlik yapmıştır. Nizâmi-yi Arûzî, belâgat öğren-mek isteyen her debirin, onun mektuplarını okuması gerektiğini ifade etmiştir. Ebû Tâhir-i Husrevânî’nin bir beytini tazmin ettiği bir kıt’a:
بران بيتِ بو طاهرِ خسروانی:
دريغا جوانی دريغا جوانی
سُهی مانده از غم سُهيلِ يمانی
بيادِ جوانی همی مويه دارم
جوانی به بيهودگی ياد دارم
سهی سروم از ناله چون نال گشته

“Ebû Tâhir-i Husrevânî’nin şu beytinde olduğu gibi gençliği hatırlıyor ve ağlıyorum:
Boş yere geçen gençliği hatırlıyorum; yazık gençliğime, yazık gençliğime.
Fidan gibi boyum, inlemekten nal gibi olmuş; Süheyl-i Yemânî’nin üzüntü-süyle yorgun düşmüş.”
Muhammed b. Muhalled
Muhammed b. Muhalled-i Siczî. Deri diliyle şiir söyleyen ilk şâirlerden. Bugüne kadar 3 beyti gelebilmiştir. Şâir bu beyitlerde Saffarilerden Ya’kûb b. Leys’i övmektedir:
شير نهادی بدل و بر مَنِشت
بكُنش و بمنش و بگوِشت
گويد آنم من كه يعقوب كِشت
جز تو نزاد حوّا و آدم نكِشت
معجز پيغمبرِ مكّی تويی
فخر كند عمّار روزی بزرگ

“Havvâ senden başkasını doğurmadı ve Adem senden başkasına baba ol-madı.
Gönül ve davranış bakımından arslan yaratılışlısın. Tavır, huy ve konuşma yönünden Mekke peygamberinin mucizesi sensin.
Ammar, kıyamet gününde, ben,Yakub’un öldürdüğü kişiyim, diye övünecektir.”
Muncîk
Ebu’l-Hasan Alî b. Muhammed Muncîk-i Tirmizî. H. IV. yüzyılın ikinci ya-rısında yaşamış ünlü şâir. Çağânî sarayında bulunmuş ve onları övmüştür. Şiir-lerinin çoğu Çağanî emîrlerinin övgüsü hakkındadır. Çağânîlerden sonra, Gazneliler sarayında da bulunmuştur.
Muncîk’in, devrin ünlü şâir ve edipleri tarafından istifade edilen bir Di-van’ının olduğu, Nâsır-ı Husrev’in (öl. 481/1088) Sefernâme’sinde belirtilmektedir. Bu ünlü şâirden bugüne 326 beyit kalmıştır. Fesahat ve belâgatte ünlü ve nüktedan bir şâirdir. Medhiyede güçlü olmakla birlikte, hiciv ve hezelde de çağı-nın önde gelen şâirlerindendir. Muncîk’in, Ebu’l-Muzaffer Ahmed-i Çağânî’nin övgüsü hakkında söylediği, daha sonra birçok şâir tarafından tanzir edilen ve 44 beyitten oluşan
كجا بر آيد خيلِ ستارگان خيال
مرا ز ديده گرفت آفتاب خواب زوال

matlalı lâmiyye kasidesinden etkilenen Sûzenî,
فراقم آمد و شد قد من چو زرّين دال
ز قد چون الف سيم آن لطيف غزال

matlalı kasidesini yazmıştır.
Muncîk’in şiirinde güzel ve latif istiare, tasvir ve teşbihler mevcuttur. Bu yö-nüyle onun, Horasan üslûbunu temsil eden diğer şâirler arasında seçkin bir yeri vardır. Nitekim onun istiare ve teşbih içeren terkibleri, çağdaşlarına nispetle daha fazladır. Muncik, şiirlerinde garip lafızlara, bâkir mânâlara, beliğ ibarelere ve ender rastlanan istiarelere yer vermiştir. Meselâ şâir, kendisini memduhunun ya-nına götüren atı şöyle vasfeder:
بگاهِ شيب بدرَد كمندِ رستمِ زال
بگاهِ شانه بر او تذر و خايه كند

“Üzerine sıçrayıp atlandığında, süğlün yumurtlar (yani hareketleri onunki yanında çirkin kaldığından, mahcup düşer), kişnerken Zal oğlu Rüstem’in kemendini parçalar.”
Musiki ve çeng çalmakta üstad olduğu için, Muncîk-i çengzen diye ünlü olan şâirin şiirlerinde kullandığı vezinlerin çeşitliliği de kayda değerdir.
Râbia binti Ka‘b
Râbia binti Ka‘b-i Kuzdâri-yi Belhî. h. IV. yüzyılda İran şâirleri arasında tespit edilen ilk kadın. Sâmânîlerin ve Rûdekî’nin çağdaşıdır. Zeynu’l-Arab lakabı ile de anılır.
Attâr’ın (öl. 627-1229) İlâhînâme adlı mesnevisinde, Râbia hakkında, ayrın-tılı ve heyecan verici bir hikâye yer almaktadır. Bu hikâyeye göre Râbia, Belh hükümdarının kızıdır. Babasının ölümünden sonra, amcası Hâris’in yanına verilir. Amcasının, Bektaş adlı kölesi ile Râbia, birbirine aşık olurlar. Râbia, Bek-taş’a olan aşkı hakkında şiirler söyler. Hidâyet, Râbia’nın aşk hikâyesini, Gülis-tân-ı İrem adlı bir mesnevi ile nazmetmiştir.
Râbia’nın latif gazelleri, fasih ve etkili sözleri sûfîlerin ilgisini çekmiştir. Câmî, Nefehâtü’l-üns’ünde (s. 615-616), Arapça ve Farsça şiirler söyleyen Râbi-a’yı, sûfî ve zâhid kadınlar arasında sayar. Şâirliğe ilâveten güzellik, marifet, fa-zilet, kemal ve hâlde de zamanının önde gelen kadınlarından olduğu nakledilir. Râbia’nın 55 beyti bugüne kadar gelebilmiştir. Şâirin iki beyti :
كاشک دلم باز يافتی خبرِ تن
آی فسوسا، كجا توانم رَستن
كاشک تنم باز يافتی خبرِ دل
كاشک من از تو برَستمی بسلامت

“Keşke vücudum tekrar gönlün haberini alsaydı! Keşke gönlüm tekrar vücu-dun haberini alsaydı!
Keşke ben senden selâmetle kurtulsaydım! Ay, ne yazık, kurtulabilmek ne-rede?”
Şâirin bir rubaisi:
و انديشهء اين بيدل شيدات نبود
در پای تو مرديم و سرمات نبود
هرگز روزی به بنده پروات نبود
خورديم ز تو خون و نخوردی غم ما

Râbia’nın mensur münacaatından örnek:
خداوندا! اگر تو را از بيمِ دوزخ می پرستم در دوزخم بسوز و اگر به اميدِ بهشت می پرستم بهشت را بر من حرام گردان و اگر ازبرایِ تو تو را می پرستم جمالِ باقی از من دريغ مدار.
“Ey Allahım! Eğer sana cehennem korkusuyla ibadet ediyorsam, beni ce-hen-nemde yak; eğer cennet ümidiyle ibadet ediyorsam, bana cenneti haram et; eğer sana, senin için ibadet ediyorsam, baki cemalini benden esirgeme.!”
Rebincenî
Ebu’l-Abbâs Fazl b. Abbâs-i Rebincenî. Sâmânî devri ünlü şâiri. Rebince-nî’den bugüne 95 beyit kalmıştır. 331/943 yılında, Samanilerden Nasr b. Ah-med’in ölümü için mersiye ve taziye, Nûh b. Nasr’ın tahta çıkışı için de tebrik mahiyetinde söylediği kasidesine dayanılarak, bu iki hükümdar ile çağdaş oldu-ğu ve hicrî dördüncü yüzyılda yaşadığı ifade edilir. Mersiye ve kutlamayı bir arada bulunduran ilk Farsça şiirlerden olan sözkonusu kasideye ait üç beyit:
پادشاهی نشست فرّخ زاد
زين نشسته جهانيان دلشاد
كآنچه از ما گرفت ايزد داد
پادشاهی گذشت خوب نژاد
زآن گذشته جهانيان غمگين
بنگر اكنون به چشمِ عقل نكو

“Asil bir padişah öldü. Onun yerine uğurlu bir padişah geçti.
O ölenden dolayı herkes üzgün, bu tahta geçenden dolayı herkes mutlu.
Şimdi akıl gözüyle iyi bak da Allah’ın bizden aldı(ğını tekrar bize nasıl ver-diğini gör.”
Rûdeki-yi Semerkandî (öl. 329/941)
Üstâd Ebû Abdullâh Ca‘fer b. Muhammed b. Hakîm b. Abdurrahmân b. Âdem Rûdeki-yi Semerkandî. Yeni İran edebiyatının ilk büyük şâiri. Semer-kand’ın Rudek kasabasına bağlı olan Benuc köyünde doğmuş, ömrünün çoğunu Sâmânîlerin başkenti olan Buhara’da geçirmiştir. Rûdekî’ye üstâd-ı şâirân, üs-tâd-ı şâirân-ı cihân, sultân-ı şâirân, sâhibkırân-ı şâirî, peder-i şi’r-i Fârsî gibi lakaplar verilmiştir.
Eldeki bilgilere göre Rûdekî, çok zeki bir kişi olup 8 yaşında Kur’ân’ı ezber-lemiş, kıraat öğrenmiş, zamanında geçerli olan ilimleri okumuş, rud ve barbet gibi çalgı âletlerini çalmayı öğrenmiş, bu yaştan itibaren güzel sesiyle şiir söyle-meye başlamıştır. Musikîde zamanının üstadıdır. Arap şiir ve edebiyatına da va-kıftır. Şiiri son derecede etkili olan Rûdekî, bu yüzden devrinin en etkili kişileri arasındadır. İran’ın ünlü şâirleri, onun üstadlığını kabul ederek üslûbunu takip etmişlerdir.
Sâmânîler devri şâirlerinden olan Rûdekî’nin övdüğü kişilerden biri, Arapça ve Farsça şiirleri ile ünlü vezir olan Ebû Tayyib-i Mus’abî, bir diğeri de Rûde-kî’nin, Arapta ve Acemde eşinin bulunmadığını devamlı söyleyen vezir Ebu’l-Fazl-i Bel‘amî’dir. (301-331/914-942) Rûdekî, Samanî sarayında büyük bir ün ve hiçbir şâirin elde edemediği kadar servet ve itibar kazanmıştır. Rûdekî, âlim bir kişiliğe sahip olup ilmi ve edebiyatı teşvik eden Saffarî Emîri Ebû Ca’fer Ahmed b. Muhammed (311-352/923-963) ile Mâkân-ı Kâkî ve Adnânî gibi bazı kişileri de övmüştür. Bel‘amî’nin 326/938’de vezirlikten alınmasından sonra Sâ-mânî sarayından kovulan Rûdekî, doğduğu kasabaya çekilmiş, bir süre fakr ü za-ruret içinde yaşadıktan sonra, 329/941’de vefat etmiştir. Doğduğu yerde defnedilen şâirin mezarı uzun süre İranlıların ziyaretgâhı olmuştur.
Şâirin, gençliğinde geçirdiği güzel günlerini, yaşlılığında anarak ve üzülerek söylediği Dendâniyye veya Şekvâiyye kasidesine ait birkaç beyit:
نبود دندان، لا بل، چراغِ تابان بود
ستارهء سحری بود و قطرهء باران بود
نشان نامهء ما مِهر و شعر عنوان بود
دلم نشاط و طرب را فراخ ميدان بود
ازآن پس كه: به كردارِ سنگ و سندان بود
هميشه گوشم زیِ مردمِ سخندان بود
از اين همه تنم آسوده بود و آسان بود
بدان زمانه نديدی كه اين چنينان بود
سرود گويان، گويی هزار دستان بود
شد آن زمانه كه او پيشكارِ ميران بود
ورا بزرگی و نعمت ز آلِ سامان بود
عصا بيار، كه وقتِ عصا و انبان بود
مرا بسود و فرو ريخت هرچه دندان بود
سپيدِ سيم زده بود و دُر و مرجان بود
دلم خزانهء پُر گنج بود و گنجِ سخن
هميشه شاد و ندانستمی كه غم چه بود
بسا دلا، كه بسانِ حرير كرده به شعر
هميشه چشمم زیِ زلفكانِ چابک بود
عيال نه، زن و فرزند نه، معونت نه
تو رودكی را، ای ماهرو، كنون بينی
بدان زمانه نديدی كه در جهان رفتی
شد آن زمان كه به او انس راد مردان بود
كرا بزرگی و نعمت ز اين و آن بودی
كنون زمانه دگر گشت و من دگر گشتم

“Beni bitirdi, ne kadar dişim varsa döküldü. Diş değil, tam aksine parlak kandil gibi idi.
Parlatılmış (parlak) beyaz idi, inci ve mercan idi. Sabah yıldızı idi, yağmur damlası idi.
Gönlüm, inci dolu hazine idi ve söz hazinesi (idi). Namemizin nişanı, sevgi; ünvanı, şiir idi.
Daima mutlu (idim), üzüntünün ne olduğunu bilmezdim. Gönlüm, neşe ve sevincin geniş meydanı idi.
Daha önce taş ve örs gibi olan nice gönülleri, şiirimle ipek gibi (yumuşak) yaptım.
Daima gözüm atik zülüflere yönelikti; devamlı olarak kulağım söz bilen in-sanlara dönüktü.
Çoluk çocuğum yoktu; yoktu karım ve oğlum; sıkıntım da yoktu. Bütün bunlardan gönlüm rahat ve huzurlu idi.
Ey ay yüzlü! Sen Rûdekî’yi şimdi görmektesin; şu şekilde olduğu o za-manda görmedin.
Şarkı söyleyerek cihanda gezdiği zamanı görmedin. Sanki bülbül gibi idi.
Cömertlerle dost olduğu günler geride kaldı. Geçti emirlerin yakını olduğu günler.
Şunun bunun vasıtasıyla makam ve nimete ulaşıyordu. O ise Samanoğulları sayesinde makam ve nimete ulaştı.
Şimdi zaman değişti, ben de değiştim. Baston getir; çünkü baston ve da-ğarcık (alma) zamanı geldi.”
Son dönem şâirlerinden Şehriyâr (1285 hş.-1313 hş.)
شعر را منصبی و عنوان بود
تا جهان بود و تا جهانيان بود

matlalı kasidesinde, Rûdekî’nin Şekvâiyye kasidesi ile aynı kafiye ve redife yer vererek onu övmüştür.
Bazılarına göre Rûdekî, 1300000 beyit şiir yazmıştır. Ahmed Ateş’e göre, VI. hicrî yüzyıl şâiri Reşîdi-yi Semerkandî’nin
هم فزون آمد اگر چنان بايد بشمری
شعرِ او را بر شمردم سيزده ره صد هزار

“Onun şiirini saydım; on üç defa yüz bin (1300000) geldi” diye yanlış anal-şılan beytinin, “Onun şiirini on üç defa saydım; yüz bin geldi; gerektiği gibi sa-yarsam, daha fazla da gelir” şeklinde anlaşılması gerekir.
Rûdekî, divanından başka, 6 tane de mesnevi yazmıştır. Bu, adı ve bir dere-ceye kadar konusu bilinen 3 mesnevisinden başka, onun, bugüne kadar gelmiş olan beyitlerinin 6 çeşitli vezinde olmasından anlaşılmaktadır. Adları bilinen mesnevileri Sâmânî Emiri Nûh b. Nasr’ın emri ve Deylemî komutanlarından Mâkân-ı Kâkî ile Sâmânîlerin ünlü veziri Ebu’l-Fazl-i Bel‘amî’nin teşviki ile, Farsça mensur bir tercümeye dayanarak nazmettiği ve bugün 200 beyti bize ka-dar gelen Kelîle ve Dimne ile, Sindbâdnâme, Arâyisu’n-nefâis ve Devrân-ı Âfi-tâb adlarını taşımaktadır. Unsurî, Rûdekî’nin, Kelîle ve Dimne’yi nazmetmek karşılığında Sâmânî padişahından 40000 dirhem hediye aldığını söyler:
بيافتست به نظمِ كليله در كشور
چهل هزار درم رودكی ز مهترِ خويش

“Rûdekî, Kelîle ve Dimne’yi nazmetmekle, kendi memduhundan 40000 dirhem elde etmiştir”
Dîvân-ı Rûdekî’de, çoğunluğu kaside, gazel, mesnevi ve rubai nazım şekille-rinde, toplam 1045 beyit mevcuttur. Guzîde-i Eş‘âr-ı Rûdekî’ye şâirin 477 beyti alınarak şerhedilmiştir. Pîşâhengân-ı Şi’r-i Pârsî’de Rûdekî’nin 330 beyti seçil-miş ve bunlarla ilgili bazı açıklamalar yapılmıştır. Muzaffer-i Serbâzî’nin hazır-ladığı Rûdekî adlı eserde de şâirin yaklaşık 800 beyti yer almıştır. İsmâîl-i Hâki-mî’nin, Berguzîde-i Eş‘âr-ı Rûdekî ve Minûçihrî adlı eserinde de Rûdekî’nin 200 beyti ve bunlarla ilgili açıklamalara yer verilmiştir. Halîl Hatîb Rehber’in Rûdekî adlı eserinde de şâirin yaklaşık 600 beyti ve bunlara dâir açıklamalar bulunmaktadır.
Şems-i Kays, el-Mu‘cem’inde, Rûdekî’nin, hezec bahrinin ahrem ve ahreb vezinlerinden rubâî veznini çıkardığını belirtir.
Rûdekî’nin medih, şarap ve aşk konulu şiirlerinde ve Şehîd üslûbunda söylediği şi-irlerinde bedbin bir ruh hâkimdir. Aşırı mübalağalı ibare ve tavsiflere rastlansa da birçok şiiri sâde, samimi, sanat endişesinden uzak ve mânâlıdır.
Medhiyede çok ünlü olan Rûdekî, gazel, kıt’a, rubai, mesnevi gibi nazım şe-killerini başarıyla kullanmıştır. Şiirlerinden çoğu yeni mazmunları, latif ve içli mânâları ihtiva eder. Tabiî manzaraları tavsifte güçlüdür. Benzeri olmayan teş-bihleri ile dikkat çeker. Kasidedeki başarısından dolayı ünlü kaside şâirleri onu daima üstad olarak anmış ve kendilerini, onun talebesi ve takipçisi saymışlardır. Gazel söyleyen şâirler arasında da önemli bir yeri vardır. Gazneli Mahmud dö-neminin meliküşşuarâsı olan Unsurî (öl. 431/1039) gibi bir şâir,
غزل های من رودكی وار نيست
بدين پرده اندر مرا بار نيست
غزلِ رودكی وار نيكو بود
اگرچه بكوشم به باريک وهم

“Gazel, Rûdekî üslûbunda olursa güzeldir. Benim gazellerim Rûdekî’ninki gibi değildir. Her ne kadar ince hayaller bulmaya çalışsam da, bu perdede be-nim ruhsatım yoktur” demek suretiyle Rûdekî’yi över ve onun gazeldeki maharetini onaylar.
Rûdekî’nin irticalen şiir söylemedeki başarısını Nizâmi-yi Arûzî şöyle açık-lar: “Padişaha hizmet hususunda hiçbir şey bedîha söylemekten daha güzel de-ğildir. Rûdekî’nin, bedîha ile ve çabucak şiir söyleme sebebiyle, Samanoğulla-rından gördüğü iltifatı hiç kimse görmemiştir.”
Kaynaklarda anlatıldığına göre Emîr Nasr, Buhara’dan Merv’e gitmiş, orada uzun süre kalmış. Devlet büyükleri Buhara’yı, bu şehrin saray ve bahçelerini öz-lediğinden dolayı, Rûdekî’ye birçok hediyeler vererek Emîr’i Buhara’ya dönme-ye teşvik etmek için bir şiir yazmasını ve bu şiiri uygun bir yerde ona sunmasını istemişler. Emîr, bir seher vakti sabah şarabını içerken, Rûdekî çengi eline alarak uşşak makamında şu şiiri okumuş:
بادِ يارِ مهربان آيد همی
زيرِ پا چون پرنيان آيد همی
خنگِ ما را تا ميان آيد همی
شاه نزدت ميهمان آيد همی
ماه سویِ آسمان آيد همی
سرو سوی بوستان آيد همی
بویِ جویِ موليان آيد همی
ريگِ آموی و درشتيهایِ او
آبِ جيحون و شگرفيهایِ او
ای بخارا شاد باش و دير زی
مير ماه است و بخارا آسمان
مير سرو است و بخارا بوستان

“Muliyan ırmağının kokusu geliyor. Şefkatli sevgilinin hatırası canlanıyor.
Amu (Ceyhun) nehrinin kumları, o(nca) sertliğine rağmen, ayaklar altında bir perniyan (kumaşı) gibi geliyor.
O güzelliklerle dolu Ceyhun’un suları, atımızın beline kadar geliyor.
Ey Buhara, sen şad ol ve çok yaşa! Padişah sana misafir geliyor.
Emir, bir ay; Buhara ise asumandır; ay, gökyüzüne doğru geliyor (veya ay, gökyüzüne yakışır).
Emir, bir servi; Buhara ise bostandır; servi de bostana doğru geliyor (veya servi, bostana yakışır).”
Bu şiir Emîr’i o kadar etkilemiş ki atına bindiği gibi Buhara’nın yolunu tutmuş.
Çahâr Makâle’de, hiç kimsenin yukarıdaki kasideye cevap verecek gücü kendisinde bulamadığı kaydedildikten sonra, Rûdekî’nin,
گر بگنج اندر زيان آيد همی
آفرين و مدح سود آيد همی

“Hazineye zarar veriyorsa da, aferin ve övgüler faydasını gösteriyor” beytinde mutâbık, mütezâd, müreddef, beyân-ı müsâvât, uzûbet, fesâhat ve cezâlet sanatlarının bulunduğu belirtilerek, bu tatlılıkta hiç kimsenin şiir söyleyeme-yeceği ifade edilmektedir.
Rûdekî’nin sözkonusu kasidesi ile aynı vezin ve kafiyede bir gazel söyleyen Senâî (öl. 545/1150), onun birkaç mısraını da tazmin etmiştir. Senâî’nin gazeli-nin matlaı şudur:
يا مسيح از آسمان آيد همی
سوي دنيا زان جهان آيد همی
سوي شرق از قيروان آيد همی
زير پامان پرنيان آيد همی“
اسبِ ما را تا ميان آيد همی“
”بویِ يارِ مهربان آيد همی“
”يادِ جویِ موليان آيد همی“
خسرو از مازندران آيد همی
يا زبهر مصلحت روح الامين
يا سكندر با بزرگان عراق
”ريگِ آموی درازی راهِ او
”آبِ جيحون ازنشاطِ روی دوست
رنجِ غربت رفت و تيمارِ سفر
اين ازآن وزنست گفته رودكی

Mevlânâ (öl. 672/1273) da Rûdekî’nin sözkonusu kasidesi ile aynı vezin ve kafiyede söylediği gazelde, Rûdekî’nin üç mısraını tazmin etmiştir. Mevlânâ’nın yazdığı gazelin matlaı şudur:
بویِ يارِ مهربان آيد همی
بویِ باغ و گلسِتان آيد همی

Hâfız da bir gazelinde, bu şiirin birinci beytinin ilk mısraını tazmin etmiştir:
كز نسيمش بویِ جویِ موليان آيد همی
خيز تا خاطر بدان ترکِ سمرقندی دهيم

“Kalk da rüzgârından, Muliyan ırmağının kokusu gelen şu Semerkand güzeline gönül verelim.”
Rûdekî’nin,
نه به آخر بمرد بايد باز
اين رسن را، اگرچه هست دراز
زندگانی چه كوته و چه دراز
هم به چنبر گذار خواهد بود

beyitleri, Senâî’ye şu şekilde yansımıştır:
گرچه باشد بس دراز آيد سویِ چنبر رسن
هست اجل چون چنبر و ما چون رسن بر تافته

Rûdekî hakkında Câmî şöyle der:
مدحِ سامانيان همی گفتی
بود دُر بارِ چار صد شترش
رودكی، آن كه دُر همی سفتی
صلهء شعرهایِ همچو دُرش

Rûdekî’nin bir hamriyesi:
و يا چون بر كشيده تيغ پيشِ آفتابستيی
به خوشی گويی: اندر ديدهء بی خواب خوابستی
طرب ،گويی،كه اندر دل دعایِ مستجابستی
اگر در كالبدِ جان را نديدستی، شرابستی
ازآن تا ناكسان هرگز نخوردندی صوابستی
بيار آن می كه پنداری روان ياقوتِ نابستی
بيا كی گوييی: اندر جام مانندِ گلابستی
سحابستی قدح گويی و می قطرهء سحابستی
گر اين می نيستی، يكسر همه دلها خرابستی
اگر اين مَی به ابر اندر،به چنگالِ عقابستی

Rûdekî’nin kıt’aları ince anlamlı ve hikmetli beyitleri içerir:
حيران شد وبگرفت به دندان سرانگشت
تا باز كه او را بكُشد؟ آن كه ترا كُشت
عيسی به رهی ديد يكی كُشته فتاده
گفتا كه كرا كُشتی تا كُشته شدی زار؟

“Hz. İsa bir gün yolda öldürülmüş birini gördü. Hayret etti ve parmağını ısı-rarak şöyle dedi: Ey öldürülmüş kişi, kimi öldürdün de öldürüldün; Seni öldüren de sonunda öldürülecektir.”
Şu kıt’a da Rûdekî’nindir:
زمانه، چون بنگری بنگری همه پند است
بسا كسا كه به روزِ تو آرزومند است
زمانه پندی آزاده وار داد مرا
به روزِ نيکِ كسان آرزو مبر زنهار

“Zamane bana müstesna bir öğüt verdi. Zamaneye dikkatle bakarsan, hep öğüttür. Asla başkalarının bahtiyarlığına imrenme. Nice insan vardır ki senin yaşadığın hayatı arzu ederler.”
Rûdekî’nin, aşk konusunu işlediği bir rubaisi:
رنگ از پیِ رخ ربوده، بو از پیِ مو
مشكين گردد، چو مو فشانی، همه كو
ای از گلِ سرخ رنگ بربوده و بو
گل رنگ شود،چو روی شويی، همه جو

“Ey kırmızı gülden renk ve koku almış, yanağın ucundan renk ve saçın dibin-den koku almış! Sen yüzünü yıkayınca bütün ırmak gül rengine dönüşür. Sen sa-çını dağıtınca her yer misk kokusuna bulanır.”
Rûdekî’nin, şarabın yapılışını ve faydalarını anlatan Mâder-i Mey adlı ünlü bir hamriye kasidesi vardır. Fars şiirinde ilk tam kaside sayılan sözkonusu kasideye ait birkaç beyit:
بچهء او را گرفت و كرد بزندان
تاش نكوبی نخست و ز و نكشی جان
بچهء كوچک ز شيرِ مادر و پستان
از سرِ ارديبهشت تا بُنِ آبان
بچه بزندانِ تنگ و مادر قربان
هفت شباروز خيره مانَد و حيران
جوش بر آرد بنالد از دلِ سوزان
مادرِ می را بكرد بايد قربان
بچهء او را ازو گرفت ندانی
جز كه نباشد حلال دور بكردن
تا نخورد شيرِ هفت مه بتمامی
آنگه شايد ز رویِ دين و رَهِ داد
چون بسپاری بحبس بچهء او را
باز چو آيد بهوش و حال ببيند

“Şarabın annesini kurban etmeli, çocuğunu alıp zindana atmalı. Onu önce ezip canını almadıkça, çocuğunu ondan ayıramazsın. Urdibihişt (Nisan) başın-dan Aban (Ekim) sonuna kadar tam 7 ay süt emmedikçe, küçük çocuğu annesi-nin sütünden ve memesinden ayırmak uygun değildir. O zaman din ve adalet ge-reği, çocuğu dar zindana (atmak), anneyi de kurban (etmek) uygundur. Çocuğu hapse atınca 7 gece ve gündüz şaşırıp kalır. Sonra aklı başına gelip durumunu görünce, coşar ve gönlü yanarak inlemeye başlar.”
Aşağıdaki beyitlerde Rûdekî, cihanın değersizliğine işaret eder:
مرگ را سر فرو همی كردند
كه همه كوشک ها بر آوردند
نه به آخر بجز كفن بردند
مهترانِ جهان همه مردند
زيرِ خاک اندرون شدند آنان
از هزاران هزار نعمت و ناز

“Cihanın önde gelen kişileri tamamen öldüler; ölüme boyun eğdiler. O köşk yükseltenler, toprağın altına girdiler. Binlerce nimet ve nazdan, sonunda kefenin dışında bir şey götüremediler.”
Şu beyitte ise gelmesi kesin olan ölümü kabullenmek ve ona teslim olmaktan başka çare olmadığını vurgular:
كی رفته را به زاری باز آری
شو تا قيامت آيد زاری كن

“(İstersen) git, kıyamete kadar ağla. Gideni, ağlamakla nasıl geri getirir-sin?”
Şerîf Mucellidi-yi Gurgânî, Rûdekî hakkında şöyle der:
كه ماند از آلِ ساسان و آلِ سامان
نوایِ باربد ماندست و دستان
ازآن چندان نعيمِ اين جهانی
ثنایِ رودكی ماندست و مدحت

“Sasanoğullarının ve Samanoğullarının bu dünyadaki onca nimetinden, Rû-dekî’nin medih ve övgüsü ile barbedin ve müziğin ahengi kalmıştır.”
Rûdekî, aşağıdaki kıt’asında şarabı vasfetmektedir:
باده انداز، كو سرود انداخت
از عقيقِ گداخته نشناخت
اين بيفسرد و آن دگر بگداخت
ناچشيده به تارک اندر تاخت
رودكی چنگ برگرفت و نواخت
زآن عقيقين ميی، كه هركه بديد
هر دو يک گوهرند، ليک به طبع
نابسوده دو دست رنگين كرد

“Rûdekî çengi eline aldı ve çaldı. İçkiyi bırak, çünkü şarkıya başladı.O akik renkli şarabı gören herkes, onun akikten yapıldığını anlamadı. Her ikisi aynı cevherdir, fakat yapı itibariyle bu (yani, akik), dondu, diğeri (yani, şarap) ise eridi. El değmeden (bulaşmadan) iki eli renklendirdi (boyadı). Tatmadan başa vurdu.”
Rûdekî’nin bir tegazzülü:
كه جهان نيست جز فسانه و باد
وز گذشته نكرد بايد ياد
من و آن ماهرویِ حور نژاد
شور بخت آنكه او نخورد و نداد
باده پيش آر هرچه بادا باد
شاد زی، با سياه چشمان، شاد
ز آمده شادمان نبايد بود
من و آن جعد مویِ غاليه بوی
نيک بخت آن كسی كه داد و بخورد
باد و ابرست اين جهان افسوس

“Siyah gözlerle mutlu yaşa, mutlu. Çünkü dünya, efsane ve rüzgârdan başka bir şey değildir. Gelecekten mutlu (umutlu) olmak, geçmişi hatırlamamak ge-rekir. Ben ve o saçı kıvrımlı ve galiye kokulu; ben ve o ay yüzlü ve huri yaratı-lışlı. Veren ve yiyen, iyi bahtlı; yemeyen ve vermeyen, kötü bahtlıdır. Ne yazık ki bu cihan rüzgâr ve buluttan ibarettir. Ne olursa olsun, şarap getir.”
Aşağıdaki şiirlerin vezni ve âhengi, sanki terennüm etmek için söylenmiştir:
آزاده نژاد از درم خريد
فراوان هنرست اندرين نبيد
خاصه چو گل و ياسمن دميد
بسا كرهء نوزين كه بشكنيد
كريمی به جهان در پراكنيد
مَی آرد شرفِ مردی پديد
مَی آزاده پديد آرد از بد اصل
هر آنگه كه خوری میِ خوش آن گهست
بسا حصنِ بلندا، كه مَی گشاد
بسا دونِ بخيلا، كه مَی بخورد

“Şarap, hür yaratılışlı bir insanı köleden ayırır. Şarap, hürü, asaletsizden ayırır. Bu şarapta birçok hüner vardır. Güzel şarap içtiğin her an, özellikle gül ve yaseminin yeşerdiği zamandır. Şarap nice sağlam kaleleri fethetti; nice yeni silahlandırılmış yeri kırdı (tahrip etti). Ey şarap içen nice alçak cimriler, dün-yaya cömertlik saçınız.”
نبيد داری، چرا نياری؟
بنـزدِ گلشن چرا نباری؟
گلِ بهاری، بتِ تتاری
نبيدِ روشن، چو ابرِ بهمن

“Bahar gülüsün, Tatar güzelisin; şarabın var, niçin getirmezsin; Behmen bulutu gibi parlak şarabı, niçin gül bahçesine saçmazsın?”
Rûdekî’nin şiirini; şöhreti, akıcılığı ve etkisi sebebiyle birçok şâir taklit ve tazmin etmiştir. Gazâirî (öl. 426/1034), Ferruhî (öl. 429/1037), Osmân-ı Muhtâ-rî (öl. 544-549/1149-1154), Sûzenî (öl. 562/1166) gibi.
Soru-cevap tarzına yer verdiği bir rubâîsi:
ترسنده ز كه؟ ز خصم،خصمش كه؟ پدر
لب بُد؟ نه،چه بُد؟ عقيق،چون بُد؟ چو شكر
آمد برِ من، كه؟ يار، كَی؟ وقتِ سحر
دادمش دو بوسه، بر كجا؟ بر لبِ تر

“Bana geldi. Kim? Sevgili. Ne zaman? Seher vaktinde. Kimden korkuyor? Düşmanından. Düşmanı kim? Babası. Ona iki öpücük verdim. Neresine? Islak dudağına. Dudak mıydı? Hayır. Ne idi? Akik. Nasıl idi? Şeker gibi.”
Şâkir-i Buhârî
Hicrî dördüncü yüzyılın ilk yarısında Maveraünnehir’de yaşamış bir şâir. Belâgat ve lugat kitaplarında adının geçmesi, şiirlerinden istişhad edilmesi, bu üstad şâirin ününün kanıtıdır. Bu şâirin şiirlerinden ancak 38 beyit bugüne kadar gelebilmiştir. Şiirinden örnek:
میِ سالخورده بايد و، ما سالخورده، نی
وز صد هزار مرد، يكی مرد، مرد، نی
سرد است روزگار و، دل از مهر، سرد، نی
از صد هزار دوست، يكی دوست، دوست، نی

Şehîd-i Belhî (öl. 325/936)
Ebu’l-Hasan Şehîd b. Huseyn-i Cehûdâniki-yi Belhî. Sâmânîler devrinde yaşamış, Arapça ve Farsça şiirler yazmış bir şâir, hakîm ve kelâm bilgini. İran edebiyatında Farsça şiirleri ile, Arap edebiyatında ise daha çok bilgin kişiliği ile ünlüdür.
Şehîd-i Belhî, Ebûbekr Muhammed b. Zekeriyyâ-yı Râzî ile felsefî mesele-lerde münazaralar yapmış ve her ikisi birbirlerine karşı reddiyeler yazmışlardır. İlmî şahsiyeti, güçlü tabiatı, kuvvetli düşüncesi, hattının güzelliği ve selim zevki ile ünlü, üstadlıkta Rûdekî ile aynı derecededir. Bilhassa gazelleri takdire şâ-yandır. Sâmânî emîri Nasr b. Ahmed (301-331/913-944) ile Sâmânî veziri Ebû Abdillâh Muhammed el-Ceyhânî’yi övmüştür.
Şehîd’in ölümü üzerine, Rûdekî’nin söylediği bir mersiyeye ait iki beyit:
زانِ ما رفته گير و می انديش
وز شمارِ خِرَد هزاران بيش
كاروانِ شهيد رفت از پيش
از شمارِ دو چشم يک تن كم

“Şehîd’in kervanı önden gitti. Bizimkini de gitmiş farzet de düşün. İki göz he-sabı ile (görünüşte) bir kişi eksik, akıl hesabıyla (gerçekte) ise binlerce çok (kişi ölmüştür).”
Fars diliyle yazılmış ilk gazel, Şehîd’in aşağıdaki matla ile başlayan şiiridir:
كه هرگز از تو نگردم نه بشنوم پندی
مرا به جانِ تو سوگند و صعب سوگندی

Şehîd’in 102 beyti bugüne kadar gelebilmiştir. Şiirinden örnekler:
باغ همی خندد معشوق وار
چون كه بنالم به سحرگاه زار
ابر همی گريد چون عاشقان
رعد همی نالد مانندِ من


كه بيكجای نشكفند بهم
هر كرا خواسته است دانش كم
دانش و خواسته است نرگس و گل
هر كه را دانش است خواسته نيست


جهان تاريک بودی جاودانه
خردمندی نيابی شادمانه
اگر غم را چو آتش دود بودی
در اين گيتی سراسر گر بگردی

Güzel, pişkin ve derin anlamlı rubâîler söyleyen Şehîd-i Belhî’nin, Hay-yâm’ın (öl. 517/1123) düşünce tarzını andıran felsefî bir rubaisi:
ديدم جغدی نشسته جایِ طاووس
گفتا خبر اين است كه: افسوس افسوس
دوشم گذر افتاد به ويراهء طوس
گفتم چه خبر داری از اين ويرانه

“Dün gece yolum Tus harabelerine düştü. Horozun yerine baykuşun kon-du-ğunu gördüm. Dedim ki bu virane hakkında ne biliyorsun? Cevap verdi ki haber şudur: Eyvah, eyvah!”
Fars şiirinde ilk mülemmaların, h. IV. yüzyıl başlarında görüldüğü ve dö-nemin mülemma söyleyen şâirlerinden birinin Şehîd olduğu ifade edilir.
Dakîkî, şu şiirinde Şehîd’i üstad olarak anar:
وآن شاعرِ تيره چشمِ روشن بين
به الفاظِ خوش و معانی رنگين
استاد شهيد زنده بايستی
تا شاه مرا مديح گفتندی

Ferruhî (öl. 429/1037), hat sanatında üstad olan Şehîd’i şöyle över:
شعر گويد كه بشناسند از شعرِ جرير
خط نويسد كه بنشناسند از خطّ شهيد

“Şehîd’in hattından ayırdedilmeyecek (güzellikte) hat yazar. Cerîr’in şiirin-den farkedilmeyecek (değerde) şiir söyler.”
Ferruhî, şu iki beytinde Şehîd’in gazellerinin güzelliğine işaret eder ve onun adını, Rûdekî ile birlikte anar:
وز دلاويزی وخوبی چون ترانهء بو طلب
مطربانت چو سركش و سركب
از دلارامی و نغزی چون غزلهایِ شهيد
شاعرانت چو رودكی و شهيد

“Gönül rahatlatmakta ve letafette, Şehîd’in gazelleri gibi; gönül çekmede ve güzellikte, Bû Taleb’in teraneleri gibi. Şâirlerin, Rûdekî ve Şehîd gibi (güçlü). Mutriblerin, Serkeş ve Serkeb gibi (ünlü).”
Şu beyitler de Şehîd’indir:
اين يكی درزی آن دگر جولاه
وآن نبافد مگر پلاسِ سياه
به فلک بر دو شخص پيشه ورند
اين ندوزد مگر كلاهِ ملوک

“Felekte iki kişi sanatkârdır: Biri terzi, diğeri dokumacı. Bu (terzi), padi-şahların külâhından başka bir şey dikmez; o (dokumacı) ise (dervişlerin giy-diği) siyah yün abadan başka bir şey dokumaz.”
Şehîd’in tekbeyitlerinden bir örnek:
جهان برمن چو يک پسته بدان پسته دهان دارد
دهان دارد چو يک پسته، لبان دارد به مَی شسته

Tâhir-i Çagânî (öl. 381/991)
Ebû Yahyâ Ebu’l-Hasan, Ebu’l-Muzaffer veya Tâhir b. Fazl b. Muhtâc-ı Ça-ğânî emîri ve şâir. Gazneli Mahmûd zamanında Taharistan hükümdarıdır. Ferru-hî (öl. 429/1037) ilk defa onun hizmetine girmiş ve onun övgüsü hakkında Dâğ-gâh Kasidesi’ni söylemiş; yine onun aracılığıyla Sultan Mahmûd’a ulaşmıştır.
Tâhir-i Çağânî’den bugüne 1 gazel, 3 dobeyti, 2 kıt’a, 2 rubai ve 8 müfred ol-mak üzere toplam 31 beyit kalmıştır. Gınâî şiir türünde mahir olan ve şâir dostu bir kişi olan Tâhir b. Fazl hakkında Muncîk’in kasideleri vardır. Nergisi tasvir ettiği bir şiiri:
بر سرش بر، سيم و زر آميخته
دبدة باز از ميانش انگيخته
آن گلی كش ساق از مينایِ سبز
ناخن حور است گويی گرد گرد

Bir rubaîsi:
تا بر من و بر تو رستخيز انگيزند
هر مرغی را بپایِ خويش آويزند
يک شهر همی فسون و رنگ آميزند
با ما به حديثِ عشقِ ما چه ستيزند

“Benim ve senin hakkında kıyamet koparmak için, bir şehir (halkı) hile ve de-sise yapıyorlar. Aşkımız hakkında bizimle niçin cedelleşirler? Her kuşu kendi ayağından asarlar.”
SEBK ve İRAN EDEBİYATINDA SEBKLER
Sebk; lugatte, bir madeni eritip bir kalıba dökmektir. Istılahta ise ifadenin tertip tarzı demektir. Başka bir deyişle, konuşan ya da yazan kişinin duygu ve hislerini açıkladığı özel bir tarzdır. Sebk kelimesi yerine üslûb, tarz, tarîka ve şîve kelimeleri de kullanıl-mıştır.
Şiirde kullanılan bütün kelimeler, onların dil kaideleri yönünden oluşumu, her keli-menin kullanıldığı asırdaki meânî ilmine göre anlamı, tahayyül tarzı, muhit, yaşantı şek-li, çevrenin maddî ve manevî yönden havası, şâiri ve üslûbunu etkileyen birinci derece-deki unsurlardandır.
Edebiyat tarihçilerine göre İran edebiyatı için 7 üslup tesbit edilmişse de bunlardan 4 tanesi daha uzun ömürlü ve etkili olmuştur: Sebk-i Horâsânî, Sebk-ı Irâkî, Sebk-i Hindî ve Tanzimat dönemi üslûbu.
1- Sebk-i Horâsânî (Horasan üslûbu)
Hicrî üçüncü yüzyılda başlayıp altıncı yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir. Bu üslup Sâmânî, Türkistânî, Hârezmî ve Selçûkî şubelerine ayrılır. Samaniler ve Gazneli-ler döneminde etkili olmuştur.
Samaniler devri şiirinin belli başlı özellikleri
a) Bu devir kaside, gazel ve kıt’aları, Gazneli ve Selçuklu devrine göre daha sâde, realist ve fikrî olup, mantıkî ve felsefî istidlâllerden uzaktır.
b) Önce rubai, sonra mesnevi ve daha sonra kıt’a, kaside ve gazele önem verilmiştir.
c) Şiir, Arap edebiyatının etkisi altında Arapça kelimelerle oldukça yüklüdür.
d) Kâmil, basît, tavîl, medîd ve vâfir bahirleri hariç, bütün Arap bahir ve vezinleri kullanılmış, bu 5 bahre ise çok az yer verilmiştir.
e) Mantıkî bir tarz kullanılmış olup, edebî sanatlardan hüsn-i ta’lîle daha çok rağbet edilmiştir.
Hicrî dördüncü yüzyıl ile altıncı yüzyılın ilk yarısında geçerli olan Gazneliler devri şiirinin özellikleri
a) Bu dönemde, yetişen şâirlerin sayısı çoğalmış, buna bağlı olarak da şiirin hacmi genişlemiştir.
b) Şâirlerin mahareti ve şiir söyleme güçleri, öncekilere nispetle artmıştır.
c) Bu dönemdeki şiir sâde olup kelâm ve fikir, akıcı bir üslup içerisinde ifade edil-miştir. Fesahat ve belâğat kurallarına uygun olarak terennüm edilen bu dönem şiiri ta‘kid, ibham ve ince hayallerden uzaktır. Ayrıca zihin ve zevkten uzak hayallere az yer verilmiştir.
d) Mazmunlar taze ve bakirdir.
e) Teşbihlerin tabiî, müşahhas ve makul olmasına özen gösterilmiştir.
f) Tavsif ve tasvirlerin de tabiî ve realiteye uygun olmasına dikkat edilmiştir.
g) Yeni, değişik ve güzel konular arama yoluna gidilmiştir.
h) Şiirde, ‘Unsurî’nin (öl. 431/1039) şiirleri gibi bazı istisnalar dışında, ilmî ıstılâh-lar kullanılmamıştır.
ı) Zor Arapça kelimelerden şiiri arındırma yoluna gidilmiştir.
i) Derî lehçesinin eski birçok kelimesine yer verilmiştir.
j) Hicrî üçüncü yüzyıla nispetle dördüncü yüzyılın başlarında şiir vezinleri değişmiş ve gelişmiştir. Bu devirde bahirlerin daha kolay, vezinlerin daha tabiî, kalbe ve kulağa daha hoş gelenleri seçilmiştir. Bunun sebeple-rinden biri de şiirin, musiki eşliğinde söy-lenmiş olmasıdır.
k) Şiir, serbest ve hayatla ilgilidir, yani siyasî, idarî, nizamî ve ictimaîdir. Toplumun diğer meseleleriyle de ilgilidir.
l) Bu dönemde kaside ve övgüye daha çok yer verilmiştir.
m) Yeis ve ümitsizliğe çok az rastlanır. Ruh güzelliği, millî gurur, kahramanlık dü-şüncesi, hoşgörü ve hürriyetperverliğe ise çok yer verilmiştir. Müreffeh hayat, hayattan zevk almak, içki ve eğlence, neşe ve sürurun hâkim olduğu bu dönem şiiri, gerçek İran ruhunu aksettiren bir ayna gibidir.
Bu devre nesri ise Samanîler devri sonlarında olduğu gibi sâde olup; tasannu, son-raki devrelerde olduğu kadar fazla değildir. Çok sayıda Arapça kelime içermesine rağ-men, Farsça kurallar hâkimdir.
Selçuklu devri şiir ve nesrinin özellikleri
Hicrî beşinci yüzyıl ortalarından altıncı yüzyıl başlarına kadar Gazneliler devri üslûbu hâkimdir. Hatta Samanî dönemi üslûbunu yaşatma meyli bile vardır. Nâsır-ı Husrev (öl. 481/1088) ve Katrân-ı Tebrîzî (öl. 465/1072) gibi şâirler bu devre şiirini taklid etmişlerdir.
a) Bu devrede Derî lehçesi yavaş yavaş konuşulmaz olduğundan şiirde mahallî tesirler kendini göstermiştir.
b) Her şâir hemen hemen felsefe, tasavvuf, zühd, öğüt, vasf, övgü ve yerme gibi de-ğişik konularla uğraşmıştır. Müstakil bir üslup icad edilememiş, genellikle eski devir şâirleri taklid edilmiştir.
c) Her şâir bilgi ve kültürünü şiirleriyle ortaya koymaya kalkmış ve bu tutumu ile övünmüştür. Meselâ Nâsır-ı Husrev (öl. 481/1088) şiire felsefeyi, özellikle felsefî te-rimleri, yeni bahis ve fikirleri sokarak kendine has bir yol tutmuştur. Hâkânî (öl. 595/ 1198), kendi bildiklerini ve yaptıklarını Unsurî’de (öl. 431/1039) bulamadığı için onu tenkide kalkışmıştır.
d) Şâir olma şartları haddinden fazla artmış ve ağırlaşmıştır. Şâir olmak için, eski ve yeni birçok divanı ve çeşitli ilimleri okumak, okuduklarını ve öğrendiklerini şiirinde kullanmak şartı aranmıştır.
e) Hicrî dördüncü yüzyıla nispetle şiir türleri çoğalmış; mesnevi, kaside, gazel, terkib-i bend, terci-i bend bol miktarda kullanılmıştır. Hâkânî (öl. 595/1198) bu türlerin hepsinden örnekler vermiştir.
f) Şiirin konu ve mazmunları değişmiştir. Medih, hiciv, vaaz, zühd, aşk, hikmet, ta-savvuf, ilmî meseleler, dinî tebliğ gibi konular ve bunlara ait mazmunları içeren hicrî beşinci ve altıncı yüzyıl şiiri, çeşitli mücevherlerle dolu bir hazine halini almıştır.
g) Bu devir şiir ve nesrinde tasavvuf ve onunla ilgili meseleler ayrı bir yer işgal et-miştir. Daha önceleri de var olan tasavvuf, bu devirde kendini herkese teori olarak kabul ettirmiş, bu sahada manzum ve mensur büyük eserler veren büyük şahsiyetler yetişmiştir. Artık şâirler yalnız saraylarda değil, tekkelerde de yetişmeye başlamıştır. Edebiyat, tasavvuftan bol miktarda konu ve malzeme almıştır.
h) Sâde nesir yanında, masnû’ (sanatlı) ve müsecca’ (secili) nesir de kul-lanılmıştır.
ı) Bu devirde sâdece Enverî (öl. 583/1143) müstakil bir üslup getirmiştir. O, mü-kemmel ve fakat halk diline yakın bir üslupla şiir söylemeye başlamıştır. Ayrıca şiire Arapça kelimeleri, eskilere nispetle daha fazla sokmuştur. Enverî (öl. 583/1143), kaside ve diğer nazım şekillerinde, şiire ince mânâ ve mazmunları sokmuştur. Bundan böyle divanlara şerh yazma ihtiyacı hasıl olmuştur. Meselâ Enverî’nin (öl. 583/1143) divanı-na, Şâdî Âbâdî tarafından Şerh-i Şâdî Âbâdî adlı bir şerh yazılmıştır.
i) Şiirde ifrata kaçılmıştır. İlmî, mantıkî ve felsefî ıstılahlar çok fazladır. Bunlarla birlikte, bazı ilimlerin konuları da şiire girmiştir.
j) Bu dönemde güzel ve latif gazel yazanlar da olmuştur. Bu üslûbun özelliklerinden birini de şüphesiz bu gibi gazeller teşkil eder. Bunlar, mânâ ve lafız bakımından çok gü-zel ve sâdedirler. Enverî (öl. 583/1143) ve Hâkânî’nin (öl. 595/1198) gazelleri bunlar-dandır.
Horasan üslûbunun belli başlı temsilcileri şunlardır: Rûdekî (ِöl. 329/ 940), Şehîd-i Belhî (öl. 325/936), Ebû Şekûr Belhî (IV/X. yüzyıl), Husrevi-yi Serahsî (öl. 383/993), Ebû Tâhir Husrevânî (IV/X. yzyıl), Kisâî (öl. 391/ 1001), Dakîkî (öl. 367-370/977-980), Firdevsî (öl. 411-6/1020-5), Unsurî (öl. 431/1039), Ferruhî (öl. 429/1037), Gazâiri-yi Râzî (öl. 426/1034), Ascedî (öl. 432/1040 civarı), Minûçihrî (öl. 432/1040), Fahruddîn-i Gurgânî (öl. 466/1073 civarı), Mes’ûd-ı Sa’d-ı Selmân (öl. 515/1121), Senâî (öl. 545/1150), Emîr Muizzî (öl. 520/1126), Ebu’l-Ferec-i Rûnî (öl. 492-508/1098-1114), Katrân-ı Tebrîzî (öl. 495/1072).
Horasan üslûbu ile Irak üslûbu arasında bir ara dönem vardır. Bu dönemin belli başlı temsilcileri şunlardır: Seyyid Hasan-ı Gaznevî (öl. 557/ 1161), Enverî (öl. 583/1143), Reşîdüddîn-i Vatvât (öl. 573/1177), İmâdi-yi Şehriyârî (öl. 583/1187), Hâkânî (öl. 595/ 1198), Nizâmî (öl. 604/1207), Zahîrüddîn-i Fâryâbî (öl. 598/1201), Cemâlüddîn-i Isfahânî (öl. 588/1192).
2- Sebk-i Irâkî (Irak üslûbu)
Irak da önemli edebî merkezlerdendir. Irak üslûbu, hicrî altıncı yüzyılda başlayıp, dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir. En önemli dalı, Sa‘di-yi Şîrâzî (öl. 691-4/1291-4) ile Hâfız-ı Şîrâzî’nin (727-792/1326-1389) oluşturduğu Şiraz dalıdır. Isfahan, Hemedan, Rey gibi yerler bu merkezden kaynaklanmıştır. Irak üslûbunun ön-cülüğünü yapanlar arasında Cemâlüddîn-i Isfahânî (öl. 588/1192) bulunmaktadır.
Bu üslûbun belli başlı özellikleri şunlardır:
a) Şiire yeni lafzî terkipler girmiştir.
b) Arapça kelimeler çok kullanılmıştır.
c) Yeni mazmun ve matlablar (konular) icad edilmiştir.
d) Şiirde şikâyet, yeis, ümitsizlik ve bedbinlik işlenmiştir.
e) Bu devir şiirinin konusu medih, hiciv, kısas, tasavvufî meseleler, hikmet, aşk ve felsefeden ibarettir.
Hicrî altıncı yüzyılın ikinci yarısı ile yedinci yüzyılın başlarında İran şiirinin başlıca özellikleri
a) Bu dönem şâirleri Arap edebiyatından fazla etkilenmiş ve Arap şâirlerinin kul-landığı mazmunları kullanmaya meyletmişlerdir. Cahiliye devri şâirlerinin mazmunla-rına bile yer vermişlerdir.
b) Şiire kötümserlik girmiş; hoşnutsuzluk, dünya ve insanlardan yüz çevirme, fesat, yalan, öldürme ve yağmacılık, zulüm ve düşmanlık gibi hususlar şiirde işlenmiş; bunla-rın her tarafı istilâ ettiğinden şikâyette bulunulmuştur. Belki de bu yüzden daha önceleri bile Senâî (öl. 545/1150), Esîrüddîn-i Ahsîgetî (öl. 608/1211), Zahîrüddîn-i Fâryâbî (öl. 598/1201) ve Evhadüddîn-i Hâkânî (öl. 595/1198) son devirlerini inzivada geçirmiş-lerdir.
c) Bu devre şâirlerinin tamamı saraya mensuptur.
d) Tasavvuf etkisinin arttığı bu dönemde tasavvufî fikirler şiire girmiştir. Şiir tekke-lere girince, tekkelerden birçok şâir yetişmiştir. Ayrıca hikmet, çeşitli ilimler, dinî ve mezhebî düşünce ve fikirler de şiirde işlenmiştir.
Sâde nesir, yavaş yavaş yerini masnu ve müsecca nesre terkeder duruma gelmiştir. Sâde nesri kullanan edipler yok denecek kadar azalmıştır.
Irak üslûbunun belli başlı temsilcileri şunlardır: Mucîrüddîn-i Beylekânî (öl. 586/1190), Esîrüddîn-i Ahsîgetî (öl. 608/1211), Kemâlüddîn-i Isfahânî (öl. 635/1237), İmâmi-yi Herevî (öl. 667/1268), Mecduddîn-i Hemger (öl. 686/1287), Sa‘di-yi Şîrâzî (öl. 691-4/1291-4), Hümâm-ı Tebrîzî (öl. 714/ 1314), Evhadi-yi Merâgî (öl. 738/1337), Selmân-ı Sâvecî (öl. 778/1376), Hâfız-ı Şîrâzî (727-792/1326-1389), Mektebi-yi Şîrâzî (öl. 895/1489’dan sonra), Abdurrahmân-ı Câmî (öl. 898/1492), Hilâli-yi Çağatâyî (öl. 935/1528).
Irak üslûbu ile Hind üslûbu arasında bir ara dönem vardır. Bu dönemin belli başlı şâirleri ise şunlardır: Baba Figânî (öl. 925/1519), Muhteşem-i Kâşânî (öl. 996/1587).
Selçuklu ve Moğol döneminde Irak üslûbu ile birlikte kullanılmış, hicrî dokuzuncu yüzyıl ile onikinci yüzyıl arasında belli bir coğrafi bölgede geçerli olmuş bir üslup daha vardır. Buna Azerbaycan üslûbu adı verilir.
a) Bu üslup şâirleri, Irak şâirlerinin Horasan üslûbundan ayrıldığına şahit olarak, Enverî (öl. 583/1143) ve Senâî’nin (öl. 545/1150) yolundan gitmek istemişlerdir.
b) Bu üslûbu temsil eden şâirler, Horasan’dan tamamen ayrı bir muhitte yaşa-mışlardır.
Bu muhit, Horasan’dan birkaç yönden ayrılır:
1- Burada, Azerî lehçesi hâkimdir. Derî ile Azerî lehçeleri arasında fark vardır.
2- İran kültüründen ayrı kültüre sahip kişilerle komşudurlar.
3- Horasan lehçesine nispetle Azerî diline Arapça kelime ve terkipler daha çok girmiştir.
Bu üslûbun öncüleri sayılan Nizâmî (öl. 604/1207) ve Hâkânî (öl. 595/1198), şiirle-rinde çok ince ve nazik fikirlere yer vermiş; yeni mazmun ve mânâlar icad etmede, ör-neği olmayan bedî’ terkipler kullanmada, pek çok Arapça kelime ve terkibe yer verme-de ısrar etmişlerdir. Bütün bu etkenler, bu iki üstadın, özellikle Enverî’nin (öl. 583/ 1143) eserlerinin anlaşılmamasına sebep olmuştur.
Azerbaycan üslûbunun belli başlı temsilcileri şunlardır: Ebu’l-Alâ-i Gencevî (VI/ XII. yüzyıl), Kıvâmi-yi Gencevî (öl. VI/XII. yüzyıl), Feleki-yi Şirvânî (öl. 587/1191), Nizâmi-yi Gencevî (öl. 604/1207), Mucîrüddîn-i Beylekânî (öl. 586/1190), Hâkâni-yi Şirvânî (öl. 595/1198).
Moğol devrinde, hicrî yedinci yüzyıl başlarında olduğu gibi, Arapça, Fars dil ve edebiyatına hâkimdir. Hicrî yedinci yüzyıldan itibaren başlayan bu devir, Safevîlerin kuruluşuna kadar Cengiz ve Timur devri olarak sürüp gider.
Moğol devrinde Fars şiirinin belli başlı özellikleri
a) Bu dönemde, şâirleri koruyan büyük ve kuvvetli saraylar kalmamıştır. Ancak kı-yıda köşede veya başka ülkelerde sığınak bulabilen birkaç kişi yetişmiştir: Mevlânâ (604-670/1207-1271) ve Cüveynî (623-681/1226-1282), Bahâüddîn Veled (öl. 628/ 1231), Sa‘dî (öl. 691-4/1291-4) gibi.
b) Bu devirde şâirler daha çok tekkelerde yetişmiştir.
c) Arap dilinin nüfuzu bakımından bu devreyi hicrî altıncı yüzyılın bir devamı ola-rak kabul etmek mümkündür. % 60-70 Arapça kelime içeren eserlerin yazıldığı bu devrede, Arapça terkib ve müfredlerin bulunmaması ayıp sayılır olmuştur.
d) Doğuda Horasan edebiyat merkezi dağılmış, Derî lehçesinin yerini Azerbaycan lehçesi almıştır. Edebiyat dilinin doğudan uzaklaşması, üslûbun değişmesine sebep ol-muş, Irak ve Azerbaycan üslupları meydana çıkmıştır.
e) Bu devrede Türk-Moğol etkisi de az değildir. Türkçe ve Moğolca kelimeler Fars diline girmiştir.
Hicrî sekizinci yüzyıldan Safevî devletinin kuruluşuna kadar İran şiirinin özellikleri
a) Şiir, saraylardan tekkelere, ulema mahfillerine ve riyaset mevkiini işgal eden ha-nedanlara yönelmiştir. Edebî adetler birdenbire yok olmamış, fakat zayıflayarak zaman-la değerini kaybetmiştr.
b) Medhiye ve kaside birinci plandaki yerini kaybetmiş, gazel ön plana çıkmıştır. Şi-ir, zevkî ve irfanî bir bünyeye bürünmüştür.
c) Aşıkane ve arifane gazeller öne çıkmıştır. Attâr (öl. 627/1229), Irâkî (öl. 680/ 1281), Sa‘dî (öl. 691-4/1291-4), Mevlânâ (604-670/1207-1271), Hâfız (öl. 792/1389) ve Muhammed-i Fergânî’nin gazelleri gibi.
d) Tarihî, bazan da dinî kahramanlıklara yer verilmiş; İskendernâme, Şâhinşâhnâ-me, Selçuknâme gibi eserler meydana getirilmiştir.
e) Mesneviler tasavvufî hüviyet kazanmış ve çoğalmıştır.
f) Terbiye ve ahlâka dâir şiirler terennüm edilmeye başlanmıştır.
g) Tenkîdî şiirler yazılmıştır.
h) Sâkînâmeler, dinî şiirler, sanatlı manzumeler bolca görülmeye başlanmıştır.
ı) Tarihe ve tarihî eserlere önem verilmiş; bedbinlik, gelecekten ümitsizlik, korku ve şikâyet, dünyayı terketmek ve ona kıymet vermemek gibi düşünceler bu devir şiirine hâkim olmuştur.
3- Sebk-i Hindî (Hind üslûbu)
Safevîler devrinde İran ve Hindistan’da şiir söyleyen şâirlerin takib ettiği üslûba Hind üslûbu denir.
Hicrî dokuzuncu yüzyılda, yani Moğolların son devirlerinde başlayan Hind üslûbu, Safeviler devri boyunca devam etmiş ve kemal devresine bu sülâle zamanında ulaş-mıştır. Safevilerin son zamanlarında zayıflamaya yüz tutmuş, hicrî onüçüncü yüzyılda önemini kaybetmiş Zendlerin sonunda ve Kaçarların ilk devresinde yerini, Horasan üslûbuna geri dönüş olarak bilinen Bâzgeşt-i edebî (edebî geri dönüş) üslûbuna terketmiştir. Ancak Hindistan ve Afganistan’da hâlâ bu üslup kullanılmakta ve kısmî de olsa değerini korumaktadır.
Hind üslûbunun belli başlı özellikleri
a) Bu devrede İran edebiyatı daha çok dinî ve mezhebî bir yola girmiştir. Eski gazel ve mutasavvıfane şiirlerin yerine Hz. Peygamber, Hz. Ali ve 12 imam hakkında söyle-nen naat, kaside ve mesneviler geçmiştir.
b) Bu devir şâirleri; fikir, hayal ve tasavvurlara daha çok ilgi göstermişlerdir.
c) Bütün gayretlerini yeni mazmun, güzel ve ender rastlanan fikirleri bulmaya, kendi tabirlerince bilinmeyen mânâ elde etmeye sarfetmişlerdir.
d) Bu sebeple nesirde fazla tasannu, külfet ve lüzumsuz sanatlara yer verilmiştir.
e) Nazımda gayet ince ve girift hayallerden oluşan bir tarz hâkim olmuştur.
f) Ta’kîd ve ibhâma fazla yer verilmiştir. Şâirler, maksatlarını, zihin ve kavrama ye-teneğini harekete geçirebilecek şekilde ibham ve garabetle karıştırmış, onlara özel bir renk vermişlerdir.
g) Tek bir konuda çok ince mazmunları icad etme ve geniş konuları tek bir konuya sığdırma meylinde oldukları için, amaçlarını ifadede icaz yolunu seçmişlerdir.
h) Nazım ve nesirde istiare ve teşbih sanatı haddinden fazla ve zihinden uzak bir şe-kilde kullanılmıştır. Diğer edebî devrelerden hiçbirinde şâirler, Safevî devrinde olduğu kadar mecazî anlam kullanmamışlardır.
ı) Şiirde mubâlağa ve iğrâk sanatının çok kullanılması da bu devirde yaşayan insa-nın ruhî durumuyla ilgilidir. Safevi devri şâirlerinin şiirleri okunurken, normal anlamla-ra çok az rastlanır. Onlar, hayalci ve ince düşünceli ruhları gereği, mübalağalı teşbihleri ve çok garip ve hatta çok nadir iğrakları o şekilde kullanmışlardır ki bunların benzerini, diğer devrelere mensup şâirlerin hiçbirinde bulabilmek mümkün değildir. Bu devre şâirleri, normal yani ifrat ve tefrite düşmeden şiir söyledikleri zaman, kimsenin kendile-rine inanmayacağını sanmışlardır.
i) İrsâl-i mesel, tekâbül ve mürâât-ı nazîr sanatları çok kullanılmıştır.
j) Safevî devrinde gazelin şekli değişmiş, konusu genişlemiş, bütün fikir ve konular gazelde ifade edilir olmuştur. Bu yüzden Safevî devri gazellerine ictimaî gazel adı verilmiştir.
k) Dil, sâde fakat âmiyâne ve mahallî ıstılâhlarla yüklüdür. Bununla beraber umu-mun konuşma kurallarına ve halkın kullandığı dile yakındır.
Kısaca denebilir ki Hind üslûbu, gayet ince ve girift hayal ve fikirleri beyan etme; yeni fakat kavranamayacak derecede ince, güç ve aynı zamanda zihinden uzak maz-munları, günlük halk dilinde kullanma esasına dayanır. Böylece güzel ve önemli mânâ-lar, hayalî bir şekilde ifade edilmiştir.
Bu üslûbun meydana gelişinin belli başlı sebepleri
Çoğunlukla halkın ince fikir ve hayallere yönelmesi, realiteden ve maddî etkenler-den uzaklaşmasını gerekli kılan, o devrin sosyal durumudur. Diğer taraftan Fars dili-nin, o devirde yavaş yavaş eski durumdan uzaklaşması, umumî deyimlere dayanan ve konuşma diline yakın bir dille ifade edilen yeni bir tarz ve üslûba uygun hale gelmesi-dir. Başka bir ifadeyle, yeni mazmunlar elde etme ve yeni mânâlar icad etmeye gösteri-len ilgi; ahlâk, maneviyat ve fikir alanlarındaki ifrat ve tefrit, bu üslûbu oluşturan sebep-lerin başında gelmektedir.
Bu iki husus Fars şiirinin, bir taraftan ince fikir ve hayallere sahip olması; diğer ta-raftan, zahirî yönden sözün basit ve sâde, bazan da kıymetsiz olması neticesini doğur-muştur. Bu devirde şâirler çoğunlukla birbirine atfedilen her beyitte yeni ve bakir maz-munları getirmeye çalışmışlardır. Patikte bu mânâlar, çok ince hayalleri, kavranması güç ve nazik duyguları, uzun ve realiteden uzak düşünceleri de beraberinde getirmiştir. Böylece onlar kendi şâirliklerini överken, eski büyük şâirlerden daha büyük olduklarını, tevazudan bahsederken de kendilerinden daha mütevazi hiç kimsenin bulunmadığını ifade etmişlerdir. Onlara göre zülüf, siyahlıkta her türlü karanlığı geçmiştir. Yüz, par-laklıkta güneşten farksızdır; ona bakan kişinin gözünden yaş akıtır. Ağız, gözle görü-nüp kavranamayacak kadar mevhum bir noktadır. Boy o kadar güzel ve düzgündür ki gözler onu temaşa etmek ve izlemek için feleğin başından külâhı çıkartır.
Bu tür mübalağa sâdece Safevî devri şâirlerine ait değildir. Diğer devrelerde de bu tür mübalağalara rastlanır. Fakat bunlar ifrata kaçmışlardır.
Hind üslûbunun belli başlı temsilcileri şunlardır: Sâib-i Tebrîzî (öl. 1080/1669), Zu-lâli-yi Hânsârî (öl. 1024/1615), Urfi-yi Şîrâzî (öl. 999/1590), Kelîm-i Kâşânî (öl. 1061/ 1650), Abdülkâdir-i Bîdil (öl. 1133/1720), Vahîd-i Kazvînî (öl. 1120/1708), Feyzî (öl. 1004/1596), Gani-yi Keşmîrî (öl. 1077/ 1666), Nazîrî (öl. 1021/1612), Tâlib-i Âmulî (öl. 1036/1526).
Hind üslûbu ile Tanzimat dönemi üslûbu arasında bir ara dönem vardır. Buna bâz-geşt-i edebî, yani edebî geri dönüş adı verilir. Bu dönemin belli başlı temsilcileri ise şunlardır: Âzer-i Bîgdilî (1134-1195/1722-1780), Müştâk (öl. 1171/1758), Hâtif (öl. 1198/1784), Ziyâ-yı Isfahânî, Âşık-ı Isfahânî (öl. 1181/1762), Kââni-yi Şîrâzî (öl. 1270/ 1853), Sürûş-ı Isfahânî (öl. 1285/ 1868), Şihâb-ı Turşîzî (öl. 1215/1800), Edîbülmemâ-lik-i Ferâhânî (öl. 1336/ 1917), Edîb-i Nîşâbûrî (öl. 1344/1925), Şûrîde-i Şîrâzî (öl. 1345/1926).
4- Tanzimat dönemi üslûbu
Tanzimatla başlayıp zamanımıza kadar gelen üsluptur. Bu üslûbun belli başlı özellikleri ise şunlardır:
a) Siyasî hayat şiire girmiştir.
b) Avrupa edebiyatına yöneliş başlamıştır.
c) Eski riya ve mübalağa dolu kasideler, yerini hürriyetperverane kasidelere ter-ketmiştir.
d) Gazeller, yerini ahlâkî ve sosyal içerikli kitaplara bırakmıştır.
e) Lafzî sanatlar ortadan kalkmıştır.
f) Dile birçok yabancı (özellikle Fransızca) girmiştir.
g) Siyasî hayattan sonra, sosyal hayat da şiire girmiştir.
h) Üslupta frenk taklitçiliği belirmiştir.
ı) Edebiyat önemli konular üzerinde durmuş; bir zümrenin değil, halkın malı ol-muştur. Dil geniş bir ifade kabiliyeti kazanmıştır. Böylece sâdeleşmeye yüz tutmuştur.
i) Yeni edebiyatta hürriyetperverlik, vatan sevgisi, millet aşkı, hukukî meseleler, ba-sın hürriyeti, vatandaşlık münasebetleri gibi konular hâkim olmuştur. Edebiyat, artık aydın bir zümrenin malı olmaktan kurtulup, halkın malı olmak zorunda kalmıştır.
Tanzimat dönemi üslûbunun belli başlı temsilcileri şunlardır: Meliküşşuarâ Bahâr (öl. 1330 hş./1951), Îrec Mîrzâ (öl. 1304 hş./1925), Pervîn-i İ‘tisâmî (öl. 1320 hş./1941), Sâdık Hidâyet (öl. 1330 hş./1951), Muhammed Cemâlzâde (doğ. 1895).