21 Mayıs 2009 Perşembe

ŞAİR ALİ İFFET MERHUM HAKKINDA HATIRALAR

TÂHİRÜ’L-MEVLEVÎ

Bir Tavsiye Mektubu
1932 senesinin Birinci Teşrini içinde idi ki bir sabah Darüşşafaka’da bana bir mektup verdiler ve “Dün sizi görmek için Ali İffet Bey namında biri gelmişti. Bugün dersiniz olmadığını öğrenince yine geleceğini söyledi, bu mektubu da bıraktı.” dediler. Zarfı açtım. Mektup Tokadizade Şekib merhum tarafından yazılmış ve bana şöylece hitap edilmişti:
“Muhterem üstadıma hayli zamandır arîza takdim edemedim. Şu ku-surum, esâs-ı hürmet ve muhabbetle alâkadar olmadığı için kerîmâne bir af ile mukabele göreceğine eminim. Nâme-i tevkîrimi, şerefli ellerine tev-di ettiğim Ali İffet Bey üstadım, Mübeccel bir timsal-i iffet, fezâil-perver bir şair-i zî-kudrettir. Zât-ı sütûde-sıfâtınıza her muhibb-i fazîlet gibi ze-valsiz bir mükellefiyet-i tekrîm ile merbuttur. İstanbul’da zât-ı âlîlerine mülâkî olmak iştiyâkını gösterdikleri için samîmi ta’zimlerimi arz edecek olan şu arîzamı kendilerine tevdi ettim. Mübarek ve kudretli ellerinizi bu vesile ile de bi’d-defeat takbîl ediyorum, Efendim hazretleri. 28 Şubat 1931.
Tilmîz-i hâlisü’l-kalbiniz Tokadizade Şekib”
Evet, yazı ve imza Şekîb’in, hakikaten üstad bir suhanver ve lüzumundan çok fazla tevâzu‘-mu‘tâd olan o bedbaht şairindi. Fakat kendisi, sevgili evlâdı Nâsır Bey’in vefatı üzerine mektubu tarihinden birkaç ay sonra intihar etmişti.
Tavsiye olunan Ali İffet Bey, adresini bırakmış olduğundan -yazılması mukad-dem, getirilmesi muahhar bulunan bu mektup üzerine- kendisine şu tezkireyi gön-derdim:
Eyüp’te Düğmeciler’de yeni mektep sırasında iki numarada Ali İffet Bey Efen-di’ye arz-ı mahsûsumdur:
Darüşşafaka’yı teşrif buyrulduğu, Şekib Bey merhumun acize hitaben yazmış oldu-ğu bir iltifatnamenin bırakıldığı ve merhumun fecîa-i irtihâline dair bir tarih yazmam emrolunduğunu Muallim Şükrü Bey’den haber aldım.
Zât-ı âlîleriyle şimdiye kadar müşerref olamadığıma, hele mektebi ziyaretleri günü orada bulunamadığıma müteessifim. Mütesellî olduğum bir cihet varsa bir gün daha ih-tiyâr-ı zahmetle acizi mektepte taltif buyuracakları müjdesidir.
Üstâd-ı edeb, Şekîb gibi bir ârif-i erîbin hestî-i mevhûmunu bu suretle tahrib edece-ği kimin hatırına gelirdi. O hassas ve hikmet-istînâs kalbin dâne-i kadere bu yolda he-def olacağına ihtimal verilebilir miydi?
Hepimiz onun tilmîz-i irfânı ve ferzend-i ma‘nevîsi demek idik. Bir oğlunun firkatine dayanamadı. Cümlemizi marifet öksüzü bıraktı. Cenâb-ı Hak mağfiret bu-yursun.
İrtihâli için tarih yazmayı vicdani bir vazife bilmiştim. Emr-i âlîniz o vazifenin ifasını tekid etti. Lâkin aczime inzimam eyleyen fart-ı teessür, istediğim gibi -hayır, öyle demeyim, vefat tarihi yazmak, hususiyle Şekîb’in irtihâlini tevrîhe çalışmak, istenilecek bir şey değildir- tahayyüfümü gösterebilecek bir şey yazmama mâni ol-du. Cebr-i tabîatle nazmettiğim birkaç mısraı, merhumun eviddâsından İzmir’de Kemeraltı Camii’nin muvakkiti Âkif Efendi’ye göndermiş, o mısraları leff ettiğim mektuba şu satırları da yazmıştım:
“Zavallı Şekîb’in cismini delen kurşun, beni de rûhen yaraladı. O de-rin yaranın acısı, tahammül kuvvetimi o kadar bitirdi ki teessürümü anla-tabilmek için lâyıkıyla inlemekten beni mahrum etti. Merhumun ziyâına dökülen gözyaşları arasına matemî bir nevha da karışmasın diye karala-dığım tarihi gönderdim. Edebî bir kıymeti olmadığını pek iyi bildiğim bu nazım parçası, derûnî bir şehka ve kalbî bir nâleden başka bir şey değil-dir. Bir değeri varsa ancak acıklı ve hâlis bir yürekten fırlamış olmasıdır.
İşte üstadım; o nazm-pâreyi zeylen ve maa’l-i‘tizâr huzûr-ı fâzılânelerine takdim eyliyorum. Bâkî iştiyâk ve ihtiramlarımı arz ederim, efendim. 21 Teşri-nievvel 932”
Şekîb Bey’in ziyâı tarihi
Remel: Feilâtün feilâtün feilün
Üdebâ mefharı, üstâd-ı erîb
Şâir ü nâsir-i ibdâ‘-nasîb
İken, eyvâh, Tokadî-zâde
Oldu kurbân-ı teessür ne acîb
Yaktı evlâd acısı sînesini
Sönmedi ondaki mâtemli lehîb
Bu musîbetle şaşırdı, sandı
İntihâr etmeyi bir emr-i musîb
Deldi kurşun o hisli yüreği
Etti ma‘mûre-i irfânı harîb
Oldu hâmûş-ı ebed, olmuş iken
Minber-i ma‘rifet üstünde hatîb
Hulku da şi‘ri gibi yüksekti
Zât ü ebyâtı idi bence habîb
Âh ey târik-i ihvân-ı vefâ
Koydun ahbâbını dünyâda garîb
İrtihâlinle kulûb-ı ihlâs
Döndü beytü’l-hazene, doldu nahîb
İğtirâbınla bütün ufk-ı edeb
Bürünüp mâteme, durmakta keîb
Ye’simin şerhine kâdir değilim
Eziyor tâkatimi hâl-i meşîb
Rûhunu mazhar-ı gufrân etsin
Kerem-i Hazret-i Rahmân-ı Mucîb
Çıktı bir âh ile târîh-i güher
Ey dirîğ oldu heder Mîr Şekîb
(ای دريغ اولدی هدر مير شكيب) 1352 - 1 = 1351
İffet Bey’le tanışmamız
Şu tezkireyi alan İffet Bey, ikinci defa olarak Darüşşafaka’ya geldi. Tanıştık ve ilk mülâkatımızda seviştik. Çünkü tanışmamız, ivazsız olduğu gibi sevişmemiz de ivazsız idi. Lillâh fillâh olan bu tekâbülî sevgi 1932’de başlamış ve 1941 ortalarına yani mer-humun intikaline kadar dokuz sene sürmüştü.
İffet Bey’in nazire yazdırmak ve yazmak merakı
Ali İffet’in hem İzmir’de, hem İstanbul’da birer evi vardı. Kış gelince İzmir’e gider, yaz olunca İstanbul’a gelirdi. İzmir’de bulundukça sık sık mektup yazar, nazmettiği ga-zelleri gönderir, onlar hakkında mütâlaa sorar ve her biri için nazire yazılmasını isterdi. Gönderdikleri beğenilemeyecek, istediği nazireler yazılmayacak olursa çocuk gibi mahzun olurdu. Eserleri takdir ve tanzir edilirse de çok hoşuna gider, onları ahibbâ ve eviddâsına gösterirdi. Şu zaafını anlamış olduğum için, mütâlaâtımı, onu kırmayacak surette söyler, “Hazret, galiba evvelce şöyle demişsiniz, sonra istinsah ederken dalgın-lıkla böyle yazmışsınız.” derdim. Bu yoldaki tenkidlerimden mahzuz olurdu. Meselâ:

ساقی کجاست، می کجا، پيرِ مغان کجا

mısra-ı gayr-i mevzûnunu hâvi Fârisî bir gazel göndermişti. Bundan bahsederken o mısraı:

ساقی کجا، پياله و پيرِ مغان کجاست

şekl-i mevzûnunda yazmıştım.
Bunun üzerine 11 Kanunievvel 933 tarihli bir mektupta demişti ki:
“Mısraın hakikaten nâdîde bir nezâket-i üstâdâne ile bihakkın isabetli bir surette tashihine masrûf-ı inâyet-i kerîmâneleri ayrıca kulunuzu garîk-ı lücce-i minnet ve şükran eylemiştir.”
Aşağıki manzumeler, Ali İffet’in birkaç gazeli ve onlara kâilinin ibrâmıyla yaz-dığım nazirelerdir:
Gazel 1
Hezec: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Bugün esrâr-ı aşkı anlayan yok, dinleyen olmaz
Değil esrâr-ı aşkı, âdî nükte fehmeden olmaz
Temeldir intizâm-ı âleme şimdi havâiyyât
Hakîkî meslek-i irfâna hâhişle giren olmaz
Onun ehli olur gâhîce şâdân, yoksa âkıller
Musîbethâne-i âlemde aslâ şâd u şen olmaz
Sanırdım görmeden fısk u fücûru dâr-ı dünyâda
Ki bir zen, merdi taklîd etse de bir merd, zen olmaz
Fesâd ü fitneden vâreste kalmaz mı o meclis kim
İçinde hüsn ü aşkın gülşeninden bir diken olmaz
Sunûf-ı derd ü gam âmâcıdır kalbim, fakat bence
Hayâtın zevki yok bir dilde kim cevr ü mihen olmaz
Şu hükmü ittifâkan verdiler şi‘r ü edeb ehli
Alî İffet gibi âlemde bir merd-i suhan olmaz
Naziresi
Hezec: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Sanırdım sırr-ı aşkı fehm eden var, söyleyen olmaz
O sırrı anladım tefhîme kâfî bir suhan olmaz
Muammâ-yı garâmı bak da hall et vaz‘ u tavrımdan
Lisân-ı sâkit-i hâlim kadar eblağ dehen olmaz
Beni zannetme bî-şekvâ-yı hicrânım görüp hâmûş
Araştır ki enîn-i sîne mesmûun neden olmaz
Şikâyet bî-hudûd ammâ gönülde müştekâ mefkûd
Bu fıkdânı bilir de kalb-i zârım şekve-zen olmaz
Derûnu âlemin şâkî, uyûnu âdemin bâkî
Fakat bir hasb-i hâle kimse yâr-ı mü’temen olmaz
Sihâm-ı hâdisât âmâc-ı pâ-ber-câsıdır göğsüm
Hisâr-ı ıstıbâra böyle sengîn bir beden olmaz
Dili dâim tutuşturmak dilersin sevdiğim; lâkin
Yanık bir hânmâna kimseler âteş-fiken olmaz
Beni mahv eylemekse maksadın âzâr-ı cevrinle
Muhıksın, çünkü vahdet-hâne-i vuslatta ben olmaz
Cenâb-ı İffet’in tanzîri ey Tâhir, değil haddin
Yanında şi‘r-i üstâdın senin nazmın hasen olmaz
Gazel 2
Müctes: Mefâilün feilâtün mefâilün feilün
Sabâha dek uyumam fart-ı ıztırâbımdan
Hirâs ü havf eder oldum huzûr u hâbımdan
Azâb-ı dûzaha karşı muâfiyet aldım
O işve-bâz-ı cefâkâra intisâbımdan
Benim o mest-i ezel, bâde-hâr-ı aşk-ı ebed
Ki bûy-i mey çıkacak haşre dek türâbımdan
Kıyâm ederdi mezârında canlanıp Cemşîd
Erişse rûhuna bûy-ı şarâb-ı nâbımdan
Terennümât-ı hazînânesiyle bülbüller
Temeşşuk etmededir nâle-i rebâbımdan
Sipâh-ı derd ü küdûret, kavâfil-i gussa
Tene‘‘um etmede âlâm-ı bî-hisâbımdan
Küsûf-ı dâime uğrardı safha-i hurşîd
Tenevvür etmese envâr-ı âftâbımdan
Takaddüm etti muhabbette sûretâ Mecnûn
Yalancı şöhrete kondu benim gıyâbımdan
Herem-resîde iken şimdi çehre-i eş‘âr
Hayât ü revnak alır İffetâ bu tâbımdan
Naziresi
Müctes: Mefâilün feilâtün mefâilün feilün
Hurûş edince yanık sîne-i harâbımdan
Bulut teşekkül eder âh-ı ıztırâbımdan
Acıklı hâlime ağlar o ebr-i jâle-nisâr
Yağar sirişk-i elem dîde-i sehâbımdan
Enîn-i sîne-i zârım fezâda aks-âver
Felek de inlemede nâle-i rebâbımdan
Müfâd-ı hatt-ı cebînim kitâbe-i mâtem
Çıkar meâl-i mesâib benim kitâbımdan
Benim o dürd-keş-i derd-i bî-devâ ki müdâm
Humâr-ı ye’s doğar neşve-i şerâbımdan
Ezildi bâr-ı sitemle vücûd-ı bî-tâbım
Nümûne olmadadır tûde-i türâbımdan
Eyâ mukallib-i cümle kulûb olan Rabbim!
Biraz da feyz diler kalbim, inkılâbımdan
Recâ-yı nûr-ı hüdâya o kalb-i târîkin
Egerçi yok yüzü âsâm-ı bî-hisâbımdan
Huzûr-ı mağfiretinde şefâat istemede
Muhammedimle Cenâb-ı Ebû Türâb’ımdan
Sürûd-ı İffet’e oldu nazîre efgânım
Hurûş edince yanık sîne-i harâbımdan
Gazel 3
Remel: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Âteş-i aşkınla oldum bülbül-i zâr-ı cünûn
Tâbiş-ârâdır gönülde şevk-ı gülzâr-ı cünûn
Müşterî bulmazdı bâzâr-ı mahabbet gâh gâh
Bitmese gülşen-serây-ı gamda ezhâr-ı cünûn
En büyük akl ü şuûra vakt olur eyler hulûl
Ol kadar mu‘ciz-nümâdır feyz-i envâr-ı cünûn
Cür‘asın bin akla tercîh etmeyen dîvânedir
Ref‘ eder bâr-ı kuyûdu câm-ı serşâr-ı cünûn
Akl-ı evvel ders alır sihr ü füsûnundan anın
Sanma mecnûnânedir dîvân-ı eş‘âr-ı cünûn
Hûşmendîden ziyâde sâhib-i kudret odur
Haşre dek cârî olur ahkâm-ı âsâr-ı cünûn
En mükedder kalbi sîr-âb-ı zülâl-i şevk eder
Zevk-ı lâhûtîdir ancak varsa ekdâr-ı cünûn
Ser-te-ser dünyâ vü mâ-fîhâyı istihkâr eder
Düşmen-i kayd-ı emeldir tab‘ ü mişvâr-ı cünûn
Belki cennettir hakîkî reh-nümây-ı feyz-i hak
Anlaşılmaz tâ ebed medlûl-ı esrâr-ı cünûn
Sırr-ı idrâk-i beşer aynen muammâ-yı kader
En büyük akl ü zekâ bir na‘ş-ı ber-dâr-ı cünûn
Leşker-i gamla bütün iklîm-i aşka hâkimim
Çok mudur oldumsa ser-dârı alem-dâr-ı cünûn
Rûh-ı Bih-zâd eylemiş tasvîr levn-i aşk ile
Resm-i İffet’tir yegâne nakş-ı dîvâr-ı cünûn
Nazîresi
Remel: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Cezbe-i aşk eylemiş de kevni bir dâr-ı cünûn
Kalmamış âlemde hiç bir zerre hüşyâr-ı cünûn
Şimdi her vâdî hezârân Kays’a olmuştur penâh
Kûh-kenler melcei hâlâ da kühsâr-ı cünûn
Kef-feşân emvâc-ı dehşet-nâk ile pür-ıztırâb
Her vakit nevbet geçirmek üzre ebhâr-ı cünûn
Kâinâtın ser-te-ser efvâh-ı isti‘dâdına
Bir umûmî neş’e vermiş câm-ı serşâr-ı cünûn
Âferînişten beri sahn-ı fezâda çırpınan
Her züreyre gösterir her lahza âsâr-ı cünûn
Sâha-i ekvânı tedkîk eyleyen ehl-i hıred
Hâki, eflâki görürse çok mu bîmâr-ı cünûn
Ey cihânı, hecri çıldırtan hakîkat; bir görün
Pertev-i dîdârın etsin dehri bîdâr-ı cünûn
Nûr-ı hüsnün mâni‘-i rü’yet olurken böyle âh
İnkıtâ‘ eyler mi hîç akvâl ü etvâr-ı cünûn
Emrini infâz için Tâhir cenâb-ı İffet’in
Nazm-ı nâ-çîzimle ettim ben de iş‘âr-ı cünûn
Dördüncü nazirenin aslını kaybetmişim, taklidini yazıyorum:
Remel: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Âh-ı cân-kâhım şerer-pâş oldu muzlim râhıma
Kıldı şeh-râh-ı münevver, âferînler âhıma
Gâh olur bir nahli, geh bir şehkayı meş‘al kılar
Kat‘-ı vâdî-i garâma, çok şükür Allâh’ıma
Olduğundan dil onun, dil-hvâh onundur bi’t-tabi‘
Hvâhîş-i dil-dâr bâdîdir benim dil-hvâhıma
Maksad-ı âlî-i cânân kalbe âh ettirmedir
Ma‘nevî bir haz verir âhım, dil-i evvâhıma
Anladım ki vech-i bâkî müncelî her zerrede
Düştüğüm hayret benim sed çekti istiknâhıma
Kevni pür-tâb eyleyen bir mihre karşı zerreyim
Yok denilmek elzem olmuş hesti-i güm-râhıma
Hastalık hâlinde taklîd eyledim ben İffet’i
Bir hediyyem olsun ey Tâhir; o irfân şâhıma
Merhumun “cünûn” gazeline nazire yazan yalnız ben değildim. İstanbul’da olsun, İzmir’de olsun arûz vezniyle yazabilen hemen her şair o gazeli tanzir etmiş, İffet Bey’in nezdinde toplanan nazireler otuzu, kırkı bulmuştu. Hazret, bu kadar şâiri peşin-de sürüklemiş olmasından dolayı âdetâ iftihar eder, kendi gazeli başta olmak üzere o nazireleri Cünûnnâme unvanıyla bastırmak isterdi. Bir gün bizim eve gelmişti. Bu ba-his açıldı. Ben, latife olsun diye:
Toplayıp erbâb-ı şi‘ri kurdu bir dâr-ı cünûn
Mîr İffet bi’r-reviyye oldu ser-dâr-ı cünûn
dedim. Üstad Muhyiddin Râif de:
Koskoca gövdemle bir kal‘a misâli şâirim
Olmuş olsam ben de çok mu bir alem-dâr-ı cünûn
beytini okudu. İffet merhum, hemen defterini çıkardı, “Bunları Cünûnnâme’nin baş ta-rafına yazacağım!” diye kaydetti. Hatta o kadar meraklı idi ki başkalarının sözleri şöyle dursun, kendi gazellerini bile tanzir ederdi.
Hurûş edince yanık sîne-i harâbımdan
Bulut teşekkül eder âh-ı ıztırâbımdan
naziresini
Müctes: Mefâilün feilâtün mefâilün feilün
Açınca kimse bana yâre intisâbımdan
Ecel teri dökerim şiddet-i hicâbımdan
O şâh-ı hüsne ne mümkün beyân-ı aşk etmek
Meğer ki hâlimi fehm etsin ictinâbımdan
Fütâde-şeb-nem-i hâk-i mahabbet ü aşkım
Anınçün ayrılamam cezb-i âftâbımdan
Rebâbımın nağamâtı enîn-i rûhumdur
Ne dil-hırâş çıkar nağmeler rebâbımdan
Tehî mi zann olunur cevfi? Hiç öyle değil
Sirişk-i ye’s akar dîde-i habâbımdan
Parıl parıl yanıyor sînede cerâhalarım
Felek hicâb eder ecrâm-ı bî-hisâbımdan
Azâb-ı mahz imiş insâna kuvve-i idrâk
Ne bahtiyâr imişim andan insilâbımdan
Akıl ki bir ezelî reh-nümây-ı aşkım idi
Niçin habîr olamaz şimdi ıztırâbımdan
O rütbe âşık-ı pür-âteşim ki haşre kadar
Semâya şu‘le-i aşkım çıkar türâbımdan
Ecel halâs edecekti beni fakat korkar
Tutuşmasın o da nâr-ı dil-i harâbımdan
Hemîşe görmedeyim yâr-i cânı rü’yâda
Hudâ ayırmasın İffet o tatlı hâbımdan
Nazîresin severim Tâhirü’l-mutahhar’ın
Ne zevk alır bakalım nev-edâ cevâbımdan
suretinde tanzir etmişti. Bu nazireyi leffen gönderdiği mektupta demişti ki
“Sîret Beyefendi’nin âşiyanından çıkarak yürüdüğümüz sırada idi ki size bir teklifte bulunmuş idim: Tanzirine tenezzül buyrulan ve aslı, nazi-resinin bir mısraı kadar hâiz-i kıymet bulunmayan ma‘hûd gazelimin ar-kasını teselsül ettirmek, işte ben va‘dimi ifa ederek şikeste-beste yazdığım nazireyi nazar-ı tashîh-i üstâdânelerine arz ediyorum.”
Bir gazele mükerrer nazire yazılmayacağı için tabiatin adem-i velûdiyyeti ile bay-ram meşguliyetini sebep gösterip işi geçiştirmek istemiştim. İffet buna kanaat etmemiş, 20 Nisan 933 tarihli mektubunda “Nazîretü’n-nazîremin adem-i tanzîrine tab‘-ı âlî-i üs-tâdânelerinin velûdiyetsizliği ve bayram meşgûliyeti sebep gösterilmiştir. Buna cevâ-ben dedim ki:
Velûdiyyet mi yok tab‘-ı celîlü’l-kadr-i Tâhir’de
Sahiyyü’r-rûhtur üstâdımız bâtında, zâhirde
Fakat bilmem ne hikmettir? Dirîğ-i âtıfet kılmış
Aranmaz insicâm-ı lutf u ihsân tab‘-ı şâirde
Latîfe ber-taraf, kıymetli üstâdım, “Bir iki saat içinde o bî-misâl nazîre-i garrâyı vü-cûda getiren tab‘-ı velûd-ı üstâd-ı ekremîlerine isnâd-ı akâmet, mezheb-i şuarâda bir cürm ü cinâyet addolunsa sezâdır…” diye hafîf-tertîb çıkışmıştı.
Merhum 933 Mayıs’ında bir gün bize gelmiş, gelirken de bir demet gül getirmişti. Bu münasebetle “gül” redifli bir gazel yazdım, kendisine gönderdim. O da hemen bir nazire yazıp yolladı.
Gül gazeli’nin aslı ve naziresi şunlardır:
Remel: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Nev-bahâr enfâsı açmış sâha-i gül-şende gül
Olmuş enmûzec rebî‘e dîde-i rûşende gül
Lutf u kahrın bir asıldan olduğun isbât için
Zâhir olmuş mâ-verâ-yı hârdan zîbende gül
Olmasın mı rü’yetiyle sîneler Sînâ-yı vecd
Şu‘le-i nahl-i tecellî vâdi-i Eymen’de gül
Gül gülerken yâd-ı ruhsârın beni ağlatmada
Jâleden olmak gerek reng-i bahâ-yâbende gül
Bir zuhûr et gülşen-i irfâna ey dîdâr-ı yâr!
Bülbül olsun lâl-i hayret hüsnüne, şermende gül
Bir gülümse dîde-i müştâka ey hüsn-i gazûb!
Feyz-i i‘câz-âveriyle handen açsın bende gül
Andelîb-i ma‘rifet, üstâd İffet kim onun
Reh-güzâr-ı kilkine olmak sezâ efkende gül
Bir demet gülle meşâm-ı cânı ta‘tîr eyledi
Ravza-i irfânda olsun her sözü pâyende gül
Sendedir çünkü o ihlâs ü vefâ gül-destesi
Şemme-i şükrân ile ey kalb-i Tâhir! Sen de gül
Remel: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Cebhesinde nûr-ı îmânıyladır tâbende gül
Safha-i ruhsâre-i âlindedir rahşende gül
Gördüğüm gülzârdan bir kat daha revnak-tırâz
Meskeni yapmış anınçün vech-i tâbânında gül
Aks-i ruhsârın görüp mir’ât-ı âb ü tâbda
Döndü Mevlânâ gibi fevvâre-i gülşende gül
Neşr eder bûy-ı asâlet hâl ü güftârı anın
Mündemicdir tâ ezel her hâl ü her kâlinde gül
Hazret-i üstâd-ı Tâhir, Nef‘i-yi mu‘ciz-beyân
Dest-i i‘câzında gûyâ hâme-i lerzende gül
Bir muattar şi‘r-i nev lutf etti kim fahren derim:
İşte cennet güllerinden var demektir bende gül
Eyledim taklîd İffet, ol bedî‘-i ahseni
Cür’etimden kıpkızıl olmuş yüzü şermende gül
Şu iki gazel de benim üstad Muhyiddin Râif Bey’e, İffet Bey’in de bana yazdığı nazirelerdir:
Remel: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Dâimâ leb-rîz-i feyz-i aşk olan peymâneyim
Belki sâgarlar hurûşân eyleyen meyhâneyim
Mâyesi bezm-i ezeldendir hum-ı cûşânımın
Bâdesiyle neşve-bahş-ı meşreb-i rindâneyim
Sâgarımdan nûş edenler sahv u mestîden geçer
Ben ne bend-i hûşa merbûtum, ne bir dîvâneyim
Kayd ile ıtlâka düşmekten gönül âzâdedir
Âh lâkin nâr-ı aşka sönmeyen pervâneyim
Mektebimde ders-i hayret, müntehâ-yı ma‘rifet
Ben o mektebden yetişmiş vâlih-i ferzâneyim
İzdiyâd-ı hayret olmuştur yegâne maksadım
Güft-gûy-ı bî-meâl-i hikmete bîgâneyim
Bülbül[e] her dem bahâr-ı aşktır Tâhir, gönül
Ben o coşkun bülbüle bir lâne-i vîrâneyim
İffet Bey merhum yazdığı bir mektupta bu neşîde için
“Aman üstadım; nedir o sendeki irfân-ı mütekâmil? Mektebimde ders-i hayret müntehâ-yı ma‘rifet! Senin o mekteb-i irfânına kurban olayım ben, a-ziz yâr-ı cânım. Koca Muhyiddin üstadımın da:
Kıblegâhım her zaman, her yerde yâr ebrûsudur
Nûr-ı mihrâb-ı cemâle tâ ebed pervâneyim
bedîası da şâyân-ı hayret değil midir?”
demiş, âtîdeki nazireyi de melfûf olarak göndermişti:
Remel: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Tâ ezel sevdâ-yı zülfünle coşan dîvâneyim
Derd-i aşkınla mülemma‘ canlı bir gam-hâneyim
Mest-i aşkım ol kadar kim fark u temyîz eylemem
Âh aceb Mecnun mu yâ âşık mıyım, âyâ neyim
Feyz-i aşkın rûhumu kılmakta hayy-i lâ-yemût
Murğ-i aşka hilkaten bir lâne-i vîrâneyim
Tıynet-i pâkîze erbâbı hüveydâdır bana
“Âşinâya âşinâ, bîgâneye bîgâneyim”
Bâde-i hubb ü velâ-yı dûstânla sarhoşum
Ben kulûb-ı ehl-i aşk içre dönen peymâneyim
Tab‘-ı kudsiyyet-meâbım meyl-i işret eylemez
Ben şerâb-ı nâb-ı kevserle dolu peymâneyim
Ayn-ı rûhum mu veya mihmân-ı cânımsın aceb
Dem-be-dem envâr-ı hüsnünle yanan pervâneyim
Gördüğüm günden beri nûr-ı cemâlin ey perî
Akldan dûrum, fakat bir âşık-ı ferzâneyim
Kayddan âzâdeyim İffet, kalender-sîretim
Kâfile-sâlâr-ı ehl-i meşreb-i rindâneyim
12 Kanunisani 939
Bu nazirenin melfûf bulunduğu mektuptan sonra gönderdiği tarihsiz bir mektupta diyordu ki:
“Mütekaddim naziremde olan şu
Âşinâya âşinâ, bîgâneye bîgâneyim
mısraı hakkında ihvandan Hâşim Bey namında bir zat demiştir ki kudemâ-yı şuarâdan Cevrî Dede’nin gayr-i matbu divanında böyle bir mısra vardır. Hayret ettim. Ben ne o divanı gördüm, ne de hâşâ intihâle tenezzül edecek bir adamım.”
Hazretin âsârı hakkındaki tenkitten müteessir olduğunu söyleyişimin doğruluğunu, kendisinin şu sözleri isbat eder. Evet mısra Cevrî’nindir. İffet Bey de onun divanını gör-memiş, ihtimal ki biri okurken işitmiş; sonra, işittiğini unutup, naziresini yazarken hatırı-na gelen o mısraı kendisinin zannıyla gazele geçirmiştir.
Merhumun tenkidden fazla teessür duyduğuna bir misal daha:
İffet Bey bana gönderdiği gazellerden birinde sevgiliyi ancak rüyada görmek ümidinde bulunduğundan bahsetmişti. Ben de latife olsun diye Husrev-i Dihle-vî’nin “Ey Husrev; yüzümü sana rüyada gösteririm, demiştin. Bu sözü yabancıya söyle, seni tanıyanlar uyumazlar.” mealindeki

گفته بودی خسروا در خواب رخ بنمايمت
اين سخن بيگانه را گو کآشنا را خواب نيست

beytini yazmıştım. Hazretin buna canı sıkılmış olacak ki 16 Haziran 941 tarihli mektu-bunda kendini şöyle müdafaa ediyordu:
“Bendeniz de acizane vecd-i nâ-şinâsâne olarak Dihlevî’ye şu yolda cevap vermeye cür’et ediyorum:

آشنايان کشفِ اسرار و حقايق کرد در خواب و حضور
لطفِ خواب و سرِّ حق بيگانه را بيگانه است

Ma‘lûm-ı âlîleridir ki Hazret-i Mevlânâ’nın peder-i âlî-güherleri Sultânü’l-ulemâ’ya, Sallallâhu aleyhi vesellem rüyasında emir buyurmuş ki -ismi hatırıma gelmeyen- padişahın kızını alsın ve aynı gecede o padişaha da rüyasında yine Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, kızını Sultânü’l-ulemâ’ya vermesini emir buyurmuş idi ve o akd-i müteyemmen bu suretle vukua gelmiş idi ki Hazret-i Mevlânâ, uykuda verilen emr-i münîfin mevlûd-ı mükerremidir, demektir. Buna benzer nice hakikatler vardır ki hepsi uykuda ve rüyada keşf edilmiştir. Demek ki bunca ehl-i hâlin ve hatta ehlullâhın yaptığı istihâreler, Dihlevî’ye göre boştur. Allah aşkına söyle Hazret; Dihlevî mi haklı, fakîriniz mi?”
Bu istîzâha karşı bir nokta-i nazardan Dihlevî’nin, bir bakıma göre de kendisinin haklı olduğunu yazmakla teessürünü geçiştirmiştim.
Ali İffet Bey’in Şairliği
İnsaf ile söylemek lâzım gelirse Ali İffet sanatkâr bir şair değildi. O kadar ki bazen coşar da vezin ve kafiye hatası yaptığı olurdu. Meselâ hoşlandığını bildiğim için “İffet” redifli bir manzume yazmış, merhumun mehâsin-i ahlâkından bahsetmiştim. Hazret buna dair olan 7 Şubat 939 tarihli cevapnamesinde şu satırları yazıyordu:
“… Şimdi gelelim o ummân-ı bî-kirân-ı nezâket ve irfâna, o nağ-me-i samîmiyyet ve asâlet ve nevâ-yı dil-keş-i vicdan ve bu cümle ile beraber el-kelâm sıfatü’l-mütekellim hakikatine tercüman olan ve san‘at-ı şiir noktasından misli ender bulunan o bedîa-i “İffetiyye”ne. Doğrusu Hazret, edebî bir pırlanta mâhiyetini taşıyan o güzîde eser-i üstâdâneyi okur okumaz bilbedâhe şu kıt‘a doğuverdi ve hakikat de budur sultânım:
Sen misin âyâ o İffet? Çünkü
Sende yoktur o secâyâ İffet
Bak şu evsâfa, meziyetlere hükm et
Tâhir’in kendisidir yâ İffet”
Bu kıt‘anın birinci ve üçüncü mısraları vezinsiz olduğu gibi “Gül gazeli nazire-si”nin bir iki mısraı da kafiyesizdir. Fakat onun sözlerinde bir samimiyet ve bir zevk-i ma‘rifet vardı. İlhâmını Allah ve Peygamber sevgisinden alır, sânihâtını kül-fetsiz bir edâ ile tanzim ederdi. Nitekim Gazellerim unvanıyla bastırdığı şiir mec-muasına yazdığım bir takrizde:
Muzâri‘: Mef‘ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün
Nâdir iken tevâfuku sûretle sîretin
Uymuş tamâm ism ü müsemmâsı İffet’in
Zâtındaki kemâl ü fezâil sözünde de
Parlar güneş misâli o sâhib-fazîletin
Gencîne-i hakâyık olan kalb-i enveri
Deryâ-yı bî-kerânıdır ilhâm ü hikmetin
Cevher-nisâr-ı ma‘rifet olmakta dâimâ
Her mevce-i hurûşu o bahr-ı hakîkatin
Tab‘-ı belîği bir yem-i feyyâz-ı bî-rükûd
Eş‘ârı sânihât-ı güzîni mahabbetin
Her nazm-ı âb-dâr-ı tasavvuf-meâlinin
Fevkında kadri mertebe-i şâiriyyetin
Âh ettirir gazelleri âşık gönüllere
Kim her biri terennümüdür sırr-ı vahdetin
Kalmıştı gizli hayli zamandır bu lâyıhât
Erbâb-ı dil çekerdi onun derd ü hasretin
Aşk ehlinin derûnuna tab‘ı getirdi şevk
Olsun medîd âfiyeti, ömrü hazretin
Tâhir, Cenâb-ı şâiri tebrîk eder, derim
Matbû‘dur gazelleri intikâd-ı İffet’in
demiş, o gazellerin şâiriyyet mertebesinden üstün olduğunu söylemiştim. Evet, İffet, ta-rîkat muhibbi ve tasavvuf müntesibi idi.
Aşk idi kâinât-ı ezvâkı
Aşk etmişti şi‘rine sereyân
İlâhî yazıları, o sereyânın cereyânı olurdu. Şiiri ve şairliği düşünmezdi. Sâikı aşk olduğu gibi gayesi de aşk idi.
Gazellerim elli beş sahifelik bir mecmuadır ki yirmi bir sahifesini takrizler işgal etmiş, mütebâkî sahifelere otuz altı parça manzume derc olunmuştur. 1937’de İs-tanbul’da Nümune Matbaası’nda basılan bu eserde her gazelin altına İffet yahut Ali İffet imzası konulmuş gibi bir garâbet gösterilmiştir. Sebebi ise, şairin cep defterine yazdığı manzumelerin altına imza atmış, mürettibin defterdeki yazıları aynen diz-miş, Hazretin de tab‘ işlerinde ihtisası olmadığı için bu garabetin farkına varmamış olmasıdır. Fakat Ali İffet’in manzumeleri, basılanlardan ibaret olmasa gerektir. Ev-velce söylemiş ve sonradan yazmış ol-duğu başka parçaları bulunacağını zannedi-yordu. Mesela bende bazı yazıları vardır ki Gazellerim mecmuasına konulmamıştır. Belki ailesi nezdinde de böyle eserleri kalmıştır. Onlar da tab‘ edilse merhumun rah-metle zikrine ikinci bir vesile olur.
İffet Bey’in semâhati ve ahibbâsını evine daveti
İffet Bey, kerem ve seha ile muttasıf bir zat idi. Tanıdıklarından zarurete düş-müş ve yardıma muhtaç olmuş kimselerin imdadına koşar, onlara elinden geldiği kadar muavenette bulunurdu. Mesela Adanalı şair Ziya merhuma, Afyonkarahisa-rı’nda harâbâtiyâne yaşadığı bir sırada imkân derecesinde yardım ettiği gibi, bera-ber İstanbul’a getirmek ve daimî misafiri edinmek istemiş, fakat sefâletten zevk al-mış olan o bedbaht şair muvafakat göstermemişti. Diğer bir misal: On sene kadar edebiyat muallimliğinde bulunduğum Kuleli Askeri Lisesi’nin Konya’ya nakledil-mesi üzerine ihtiyarlığım ve rahatsızlığım dolayısıyla gidememiş, aldığım epeyce bir ücreti terke mecbur olmuştum. Bunu haber alan İffet Bey, İzmir’den gönderdiği 31 Mayıs 1941 tarihli mektupta şöyle diyordu:
“Ey Tâhirü’l-mutahharım; sen mine’l-ezel benim canım, ciğerimsin. Bendenizi kendinizin bir nüsha-i sâniyesi farz ederek nefsinize hitab eder-cesine teklifsiz ve pervasız bir surette Allah’ı ve Resulullah’ı seversen her neye lüzumun ve hasbe’l-beşeriyye ihtiyacın var ise her ne miktarda olur-sa olsun bana yaz. Hemen posta ile göndereyim ve Allah’a yemin ederim ki ikimizden gayri bu sırra vakıf olmayacaktır. Aman şahım efendim; tek-rar tekrar istirham ederim. Belki Kuleli’deki aylığının kesilmesiyle biraz sıkılmışsındır, sakın sıkılma, hemen yaz. İffet kardeşin ne güne duruyor?”
Bu kerîm arkadaşa yazdığım cevapnamede gösterdiği insanlığa teşekkürle bera-ber şimdilik geçinecek kadar param olduğunu, lüzumu görülürse semâhat ve mua-venetine müracaat edeceğimi bildirmiştim. Merhumun şu lütuf ve âtıfetini tahdîs-i ni‘-met ve edâ-yı şükrân olmak üzere buraya kaydettim.
Evet, Ali İffet; kerîm ve cömert bir adamdı. Ahibbâsını Eyüb’de Düğmeci-ler’deki evine sık sık davet eder, pek fazla bir nezaketle yedirir, içirir ve sohbet e-derdi.
İffet’in fazilethanesi, Düğmeciler’deki ilk mektebin sırasında harabca bir evdi. Bu-nun bir kısmı kirada olduğu için kendisi -kendi tabiriyle- bir buçuk oda ile ev altında otururdu. Buçuk oda, sofadan bölünmüş, yatak odası ittihaz edilmişti. Gelen misafirler, ev altındaki sedirlerin üstünde yemek yedikten sonra -mevsim yaz ise- bakımsız bir bahçenin otları arasına konulmuş iki gaz sandığının üstündeki eski bir kapıyı örten ha-lıya bağdaş kurarlar. Tekerrür eden kahveler, şerbetler arasında konuşurlardı. Bir defa bu kerevet, birdenbire oturan Muhyiddin Râif Bey’in şişman ve ağır gövdesine muka-vemet edemeyerek kırılmış, koca üstad, enkaz içinden çıkarılırken kahkahalar da salı-verilmişti.
Bir defa da aynı mevkide Cenab Şehabeddin merhumla buluşmuş, üstadın şuh ve şakrak nüktelerinden zevk aldıktan sonra Bostan iskelesinden bindiğimiz bir sandalla Silahtarağa’ya kadar bir gezinti yapmıştık.
Senesi hatıramda kalmayan bir Temmuz içinde idi ki yine aynı mevkide bulunu-yorduk. Mecliste Hilâl-i Ahmer reisi Doktor Ali Yaşa ile şair Hüseyin Sîret, şair Muhyiddin Râif, şair ve hattat Suûdü’l-Mevlevî Beyler vardı. Hepsi nüktedan ve suhan-şinâs olan bu zevatın musâhabesinden rûh-efrûz bir zevk duyuluyordu. Derken söz, Cenab merhuma intikal etti. Birkaç sene evvel onun da burada bulunduğu söyle-nildi. Gaybûbetine teessüfler edildi. O sıra-da İffet Bey, bir defterle bir kurşun kalem getirdi. Cenab hakkında-ki duygularının oraya kaydolunmasını huzzâra teklif etti.
Sîret, Muhyiddin ve Suud Beyler birer beyit yazdılar. O beyitleri kaydetmedi-ğime müteessifim. Ben de İffet’in defterine şu üç beyti karaladım:
Hezec: Mef‘ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün
Birkaç sene evvel yine bu bezm-i edebde
Bir neşve saçardı sesi Üstâd Cenâb’ın
Hayfâ ki bugün yok aramızda, ne acıklı
Nâ-gâh sukût eylemesi nûr-ı Şehâb’ın
Yâd eyleyelim rûhunu rahmet ile biz de
Keffâreti olsun ona küfrân-ı şebâbın
Son mısra, Cenâb’ın vefatından biraz evvel gençlerden birinin “Cenab Bey, siz artık susunuz.” ser-levhasıyla yazdığı münasebetsiz bir makaleye telmîh idi. Nitekim irtihâlini işittiğim gün de:
Hece: 6+ 5 = 11
Kuvvetli kalemi elinde iken
Söylemek, dinletmek ona mahsustu
Sevinsin sus diye haykıran artık
Zavallı Cenâb’ın kalemi sustu
kıt‘ası hatıra gelmişti.
Bir defa da talebemden Muallim Kemal Erguvanlı bir Pazar günü bize gelmişti. Öğ-leden sonra İffet Bey’in ziyaretine gitmeyi kararlaştırdık. Tam kapıdan çıkacağımız sırad Hazret de bize geldi. Ziyaretine gitmek niyetinde olduğumuzu anlayınca o niyetin icrası için o kadar israr etti ki gitmeye mecbur olduk. Tramvayla Topkapı’ya, araba ile Ramiz’e gittik. Oradaki Oluklubayır suyunun kum rahatsızlığına faydası olduğunu söy-ledi. Çeşmenin bulunduğu yere gittik. Suyunu ve bir ayak kahvecisinin pişirdiği kahve-leri içtik. Oradan Bostan İskelesine gidip Kağıthane’ye karşı oturduk. Sadabad alemle-rini tahayyül ettik, Nedîm’in hatırladığımız beyitlerini okuduk. Gurûba yakın evlere döndük.
İffet Bey de arasıra bize gelir, sonra edilen sohbeti ballandıra ballandıra yazar ve anlatırdı. Mesela 933 Haziran’ında bazı eviddâ ile birlikte bendehaneye şeref vermişti. Bulunanlar, söz ehli oldukları için hakikat hoş bir musahabe oldu. Yemekten sonra mi-safirlerden ikisi oturduğu yerde şekerleme yapmaya başladı. Bakın İffet Bey 29 Haziran 943 tarihli mektubunda bunu nasıl anlatıyor:
“Pazar günü keşide buyrulan ziyafette bendenizi de bulundurmak hu-susunda ibzal buyrulan inâyetlerden dolayı şükranlarımı arz eylerim. O, alelade bir ziyafet değil, bir mâide-i şi‘r ü edeb idi. Sizin yanınızda ve o zevât-ı âliyye arasında bir saat kadar bulunmak, tekmil bir ömre bedel-dir. O derece rûh-efzâ ve o mertebe vicdân-pîrâdır. O günün bende hâsıl ettiği zevki ebediyyen unutamayacağım, hazret. Ya Ehl-i Kehf’in en derin uykusuna dalan o iki üstâd-ı mübârek uyanık kalsaydılar ne olurdu? Zevk ve neşemiz dü-bâlâ olmaz mı idi? Her ne hal ise…”
İstanbul’da ışık söndürme tecrübesine başlanıldığının ilk gecesi yatak odamın pen-cerelerini kilimle kapatmış, dışarıya ziyâ sızmayacak bir hâle getirmiştim. Fakat mütâ-laaya ve misafire mahsus olan oda için hazırlıkta bulunamamıştım. Yatak odasında o-turuyordum. Vakit de epeyce gecikmişti. Kapı çalındı.
Bir de baktım ki bizim İffet Bey. Kapıdan girer girmez: “Gelecek zaman değil ya, nasıl tasdî‘ ettim; kusuruma bakma.” diye uzun uzadıya özür dilemeye başladı.
Hazret, i‘tizârı bırak da nereden geldiğini anlat, dedim. Hâlinden hem yorgun, hem korkmuş olduğu anlaşılıyor, bana da merak veriyordu. Yatak odasına çıktık. İzmir’den geldiğini, vapurdan çıkıp da her tarafı simsiyah görünce ürktüğünü, Eyüb’e kadar gi-demeyip bize geldiğini söyledi. Yemeğini yiyip de kahvesini içince gözlerinde uyuk alâmetleri belirmeye başladı. Bunun üzerine beni de bir düşüncedir aldı. Çünkü bizim yatak odası ancak bir kişinin beytûtet edebileceği kadar dar. Misafir odasının ise cam-ları daha kağıt yahut bezle örtülmemişti. İçeride yanacak ışığın perdelerden dışarıya aksetmesi muhakkaktı.
Nihayet çaresini buldum. Odadaki elektrik lambasına bizim siyah enfiye men-dillerinden birini bağladım. Lambanın ziyâsı, dışarıya sızmak değil, içerisini gös-termeyecek bir hâle geldi. Oraya el yordamıyla yapılan yatağa İffet Bey’i götürdüm ve o sırada hatıra gelen şu kıt‘ayı okudum:
Remel: Feilâtün feilâtün feilün
Câ-be-câ lambalar îkâd edilip
Benziyorken gece belde düğüne
Nâgehân söndü ışıklar birden
Memleket döndü Kızılbaş köyüne
Hazret, kıt‘ayı işitince uykusu açılmış ve o yorgun hâlinde epeyce gülmüştü.
İffet Bey’in en büyük zevki ve saadeti
30 Kanunisani 934 tarihli bir mektubunda demişti ki:
“Pek değerli ve pek ulvî muhabbetleri hakikaten can ve cenânıma hü-kümran olan sizin gibi mahdud ve ma‘dûd-ı eizze-i ihvânımın iltifatları ve taltifleridir ki kulunuza çarh-ı sitemkârın tâkat-fersâ cefalarını bi-kadri’l-imkân unutturuyor. Belâ-yı müzmin hayâtın siklet-i ezâsını -velev muvak-katen olsun- bazı mertebe tahfîf ediyor. Ma‘lûm-ı âlîlerinizdir ki şu gü-zergâh-ı fânîde her şey gibi saadet dahi telakkiye göredir. Şu itibar ile şimdi ben kendimi dünyanın en mesut insanı addederim. Neden mi, dedin. Çünkü mâye-i fıtratı nûr-ı âdemiyyet, rûh-ı vicdânı cevher-i lâhûtiyyet, ilm ü irfan ve fazileti adeta firdevs-i le-dünniyyet mahiyetinde bulunan si-zin gibi cihan-kıymet bir üstâd-ı kâmilin teveccüh ve muhabbetine mazha-rım..”
Alif İffet’in şu sözleri, duygusunun tamamıyla tercümanıdır. Evet onca saadet, şiir ve edeb erbâbıyla tanışmak, ihtiram-kârâne musâhabe ve mükâtebe, hatta müşâarede bulunmaktı. İşi gücü olmadığı için vaktini ahibbâsına mektup yazmaya, ara sıra da ga-zeller tanzim eylemeye sarf ederdi. Aldığı cevapnameleri -hele tazimlice yazılmış olur-sa- kendi kendine defalarca okuduğu gibi onları yanında gezdirir, eşine dostuna da kı-raat ederdi. Böyle mektuplardan epeycesini ben de dinlemiştim.
İzmir Evlenme Memuru -eski talebemden Bay Cemal Öztuğ, bana yazdığı bir mektup-ta demişti ki: “İffet Bey, ne vakit sizden mektup alsa bana ya telefonla yahut yanıma gelip sevinerek okurdu.”
Bunu kendi de itiraf ediyor ve iki mektubunun birer fıkrasında bana şöyle diyor:
“Amam Allahım! Bu ne yüksek bir belâgatnâme-i bî-nazîr, bu ne sami-mi ve candan hitâb-ı müstetâbdır ki lâhûtî bir tesiri hâvîdir. Bilseniz kaç defa okudum ve okudukça kaç defa yüzüme gözüme sürdüm…”
“O bî-misl ü nazîr hârîka-i edebiyye, geldiği günden beri ehl-i irfânın eyâdi-i ihtirâmında geziyor. İzmir’in bütün müntesibîn-i edebi istinsâh ederek hayran hayran okuyorlar.”
Merhumun fart-ı nezâket sevkiyle “belâgatnâme” ve “hârika-i edebiyye” diye uçurdu-ğu, biri Fârisî olmak üzere şu üç tane mektup idi:
Muzâri‘: Mef‘ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün
Ey Tâhir’in ifâde-i acz-i belâgatin
Lâkin lisân-ı kalb-i şerer-nâk-i hasretin
Temsîl eden satırları câmi‘ arîze, git
Şeh-bâl açıp da İzmir’de tayy-ı mesâfe et
Vâsıl olunca şehr-i şehîre, şitâb eyle
Azm et heman teşerrüf için karşı sâhile
Kıl cüst-cû o sâhada bâb-ı fazîleti
Buldukta gir edeb ile, öp dest-i İffet’i
İhlâsıma müreddefen arz et selâmımı,
Hubb-ı derûnu, candan olan ihtirâmımı
Ol tercümân-ı sîne-i pür-sûz-ı iştiyâk
Eyle o yâr-ı cânıma şekvâ-yı iftirâk
Ba‘de’ş-şikâye sor ki o üstâd-ı âgehe:
“Bildirmeden sebeb ne idi azm-i nâ-gehe?
Gûş eyleyince sonradan âheng-i gurbeti
Ben yazmaya teşebbüs ile hâl-i firkati,
Arz eylemek dilerdi derûnum, teveddüdüm
Mâni‘ olurdu adrese dâir tereddüdüm
Nâ-çâr olunca nâme-i üstâdı bekledim
Kâbûs-ı intizâra tutuldum, pinekledim
Geçtiyse de epeyce vakit, çok şükür hele
Geçti kemâl-i vecd ile mektûbunuz ele
Lâkin meâli, iğneli mazmûna müntemî
Bilmem ki ben, adâlet ve insâf böyle mi?”
Ey nâme; sen bu sözleri arz et de hazrete
Davran yine beyân-ı tahiyyât ü hürmete
Elbet yazar cevâbını üstâd-ı muktedir
Yazmaz ise ricâ eyle yazdır da al, getir
İffet Bey’in haber vermeden ve adres bırakmadan İzmir’e gitmesi, bir iki ay sonra gönderdiği mektupta beni arayıp sormadın, diye sitem etmesi bunun yazılmasına sebep olmuştu.
Yolladığı 9 Şubat 938 tarihli cevapnamede:
“Sizin emsalsiz ilim ve irfanınızı ve yüksek şairi-yetinizi biliyorsam da aynı zamanda, büyük bir hukuk mütehassısı, adeta müthiş bir avukat ol-duğunuzu bil-miyordum Hazret; evirdin, çevirdin, bendenizi şikâyetçi i-ken kabahatli çıkardın. Hezârân aferin aziz üs-tâd…”
demiş ve melfûfen bir gazel göndermişti. Onun üzerine ben de şu acemice Fârisî mektubu yazmıştım:
Hezec: Mef’ûlü mefâilün feûlün
مستجمعِ جملهء فضيلت
استادِ سخن جنابِ عفّت


يک نامهء تو به من رسيده
گويی به سرم هُما پريده


سعدی كه همه گهر بسفتست
از قلبِ من اين نشيده گفتست


”اين نامه از آنِ يارِ جانست
وين خطِّ شريف از آن بَنانست“


ظرفش بدريدم و گشادم
بر چشمِ فراق تاب دادم


مضمونِ سطورِ آن كه خواندم
از فرطِ ثنا خجل بماندم


دانش ز كجا و معرفت كو؟
شاعر نشود چو من سخنگو


امّا به حقوق بی هراسم
گويم كه بلی حقوق شناسم


آيينِ من است حق پرستی
حقّ است به من شئونِ هستی


آوازِ حق از دلم زند جوش
حق را نكنم دمی فراموش


در نزدِ من اعظمِ فضيلت
دانستنِ قدرِ حقِّ صحبت


اين داده به بنده حق گزاری
ليكن نكنم دسيسه كاری


بُرهانِ گله اگر شكستم
ز آن بود كه بود حق به دستم


ديگر غزلِ ”رسيد“ خوشتر
پر شعشعه چون فروغِ خاور


زين پس چه بگويم ای سخندان
باشی همه آن فريح و شادان


وحیِ ادبی شمارم آن را
كآورده به حالِ وجد جان را


اسلوبِ وی آنچنان كه معجز
مانَد شُعرا ز مثلش عاجز


از من به تو احترامِ تام است
پايانِ كلام و السّلام است

Hece: 6 + 5 = 11
Üstâd-ı fazîlet, Hazret-i İffet;
Mektubuna şükran, sana tahiyyet
Tabiatin yine hurûşa gelmiş
Kalemin pek parlak inciler delmiş
Ne kadar da hoş bir Fârisî gazel
Sâdelik içinde hakikat güzel
Hele maktaına bayıldım cidden
Adeta müncezib oldum okurken
Yaşa çok zaman sen muhterem üstâd;
Eyle bize böyle nağmeler inşâd
İşlerken elinde kilk-i suhan-sâz
Arapça, Acemce ne doğarsa yaz
Demiş ya üç asır evvelki Bâkî:
Sözdür şu kubbede kalacak bâkî
Senin o gazelin olmuş Acemce
Benim mektubum da yazıyor hece
Şiirde yeniden heceliyorum
Koşma vadisinde geceliyorum
Başladım heceyle yeni deyişe
Kendim de şaşarım yaptığım işe
İhtiyâra koşma olsa da garîb
Koşma yapabilen oluyor edîb
Şimdiki yazılar hep tekerleme
Yeni zevke lâkin sor: Şekerleme
Diyorlar: Arûzun âhengi yeter
Onunla oluyor duygular heder
Ağdalı olmasın söz, Türkçe olsun
Anlaşılmasa da öz Türkçe olsun
Bu yeni edebî düstûru duydum
Dikbaşlık etmedim, hükmüne uydum
Nazmımın ölçüsü olsun da hece
Zarar yok olsa da saçma düşünce
O düstâra göre sâde bir üslûb
Gözettim, meydana geldi şu mektûb
Aç muhterem üstâd; geniş bir yaygı
Sözümün sonunda sunayım saygı
Bu akşam Ramazan imiş ki yoldan
Gelmiş, haber aldık onu davuldan
Kendi de göründü minârelerden
Fakat güç tanıdım zavallıyı ben
O da benim gibi ihtiyarlamış
Bildiğim şerefi, zevki kalmamış
Tesâdüf edince gözü gözüme
Ürperdi içimden bir garibseme
Ne ise.. Gelişi mübârek olsun
Feyziyle Müslüman kalpleri dolsun
İffet Bey, yazdığı mektuba cevap alamazsa müteessir ve rûhen münkesir olduğu gibi teessür ve inkisârını da izhar ederdi. Meselâ yazdıklarına sık sık mukabele gör-mediği için şair Hüseyin Sîret Bey’den daima şikâyette bulunurdu. Bir defa şair ve hattat Suûdü’l-Mevlevî Bey’e gönderdiği mektubun cevabını alamadığı için kırılmış olduğunu yazıyordu. İkinci mekubunda ise “Şimdi şu dakikada müvezzi bir mektup getirdi. Açtım, muhterem Suûd Bey Efendi’den olduğu anlaşılmış, Şu hâle göre me-sele halledilmiştir.” diye adeta seviniyordu. Bunun alt tarafında ise “Ancak yâr-ı câ-nımız Şefîk Bey Efendi’ye arîza-i mütekaddimemin lutf-ı cevâbına muntazır oldu-ğumun hürmetlerimle beraber ifâde ve teblîği” diye İzmirli Ali Şefik Bey’e matlûb cevabnâmeyi yazdırtmamı bana havale ediyordu.
İffet Bey, ifadelerinde samimi idi. Böyle olmakla beraber fart-ı nezâketi icabıyla ta‘zîme dâir kelimeleri çok kullanır, bazen ikisini karıştırıp senli benli hitab ederken “kulunuz” ve “zât-ı üstâdâneleri” gibi sözler de söylerdi. Fakat bu, ona mahsus bir tarz-ı ifâde olduğu için hafif bir Girit şivesiyle söylediği sözler ve okuduğu manzumeler ho-şa giderdi.
İffet Bey’in Fârisî gazelleri
Merhum, vaktiyle epeyce bir tahsil görmüş, Fârisîyi ve edebiyatını öğrenmişti. Bi-naenaleyh Acemce bir sözü anlar ve hepimiz gibi -acemice de olsa- Fârisî manzum söz söyleyebilirdi. Bu yoldaki sözlerine nümune olmak üzere nezdimde bulunan üç gazeli-ni şuraya derc ediyorum:
Muzâri‘: Mef‘ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün
صيدِ ترا شدست دلِ ناتوان کجاست
جانا نمای بدرقهء عرشِ جان کجاست


مستِ مدامِ بادهء عشقم بگو مرا
ساقی کجا، پياله و پيرِ مغان کجاست


ديوارِ آستانهء او آشيانِ من
ای طائرِ مراد؛ ترا آشيان کجاست


يک لحظه دردِ عشق نبخشد مساعده
بهرِ فدایِ روح خدايا زمان کجاست


مردانِ حق طلب نکند لطفِ غير را
الطافِ حق کجا و ذُلِّ انسان کجاست


عارست زيب و زينتِ سيمایِ دختران
عصمت پناه، اهلِ فضيلتِ زنان کجاست


در سينه بر سريرِ محبّت جلوس کرد
عفّت بگو که طاهرِ خاقانِ جان کجاست


Hezec: Mefâîlün mefâîlün feûlün
دلِ هجران زده پر زار باشد
فراقِ يار دل آزار باشد


دلم کز فرقتت چون نارِ نمرود
به عکسِ رویِ تو گلزار باشد


دل و جان که سر آزادِ جهانست
به عشقت بندهء ناچار باشد


هميشه درد و غم می آيد از يار
مرا آن محنت و غم يار باشد


به تأثيرِ فروغِ دودِ آهم
رخِ دلدار پرتو بار باشد


حکمرانست در دل آن پری زاد
به جانم تا ازل خنکار باشد


ز جورِ طاهرِ استاد ناله م
خروشِ بانگِ استغفار باشد


بشرطی شد شهيدِ عشق عفّت
که فردا رؤيتِ ديدار باشد

Remel: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
نامهء فرخنده که از دلسِتانِ من رسيد
غنجهء رعنا ز دستِ گلسِتانِ من رسيد


يافت تسکين اين دلِ حسرت کشِ اندوهگين
چون از آن نامه رفاه و امنِ جانِ من رسيد


آمد از استاد يک دو نغمهء قدسی مآب
گوييا عنقایِ جنّت آشيانِ من رسيد


ناوکِ يک غمزهء ايمان فرستاد آن پری
مژدهء جان بخش عمرِ جاودانِ من رسيد

00
نغمهء توحيد عکس اندازِ افقِ جان بوَد
دمبدم پيغمبرِ آخر زمانِ من رسيد


ای صبا رَو سویِ استاد و بگو احوالِ من
در جوابِ نامه ای کز تر زبانِ من رسيد


در ازل عفّت که قسمت شد نصيبِ هرکسی
محنت و غم قسمتِ آتش فشانِ من رسيد


Beni öldü diye işitmesi üzerine İffet Bey’in telaşı
İhtiyarlık hastalıklarından olan prostat zahâmesine beş altı yıl evvel müptela olmuş-tum. Hekimler bunun ameliyatsız geçmeyeceğini söyledikleri halde ben tedavi ile ge-çiştirmeye uğraşıyordum. İffet merhum, rahatsızlığımı bildiği için her görüşmemizde şifahen, her mektup yazışında tahrîren nasıl olduğumu sorar ve bazı nebatî ilaçlar sağ-lık verirdi. Ben de:
İlaçla geçecek şey değil bu derd,
Kesilip atılmak gerektir mered
tekerlemesiyle cevap verirdim. Nihayet bir gün geldi ki adım atamayacak bir hâle gel-dim ve Gurebâ Hastahanesi’nin bevliye mütehassısı üstad Bay Ali Eşref’e müracaat et-tim. Hâzık ve muhterem üstad 1940 Şubat’ında ve çeyrek saat zarfında birinci ameliya-tı yaptı, mesâneden üç tane de epeyce büyük taş çıkardı. On beş gün sonra karnımda bir sonda olduğu halde hastahaneden çıktım. Mecra değişmiş olduğu için idrar o son-dadan geliyor ve belime bağlanan lastik bir torbaya toplanıyordu. Bense bu hâle karşı:
Remel: Feilâtün feilâtün feilâtün feilün
Doğduğumdan beri çektim, durdum
Yine de gelmedi pâyân çileye
Bu sefer karnıma marpuç geçirip
Beni döndürdü felek nargileye
diyordum.
Üç ay kadar o sıkıntı içinde gezdikten sonra 1940 Mayıs’ında ikinci ameliyat serîrine uzandım.
İkinci defa halaskârım olan ve beni ebedî minnettarı bırakan üstad Bay Ali Eşref, ikinci ameliyatı da yarım saat içinde ve kemâl-i muvaffakiyetle icra etti. Fakat bir ihti-lat vuku bulduğundan tam on beş gün hayat ile memat arasında çırpındım. Sonra Allah, yeniden bir hayat ihsan eyledi. Ölmüş dirilmiş gibi oldum.
Bu on beş gün içinde İffet Bey’den gelen mektuba cevap yazacak kudretim ol-madığı için talebemden olup beni ziyarete gelen Muallim Kemal Erguvanlı’ya söy-leyip yazdırmış, imzayı güçlükle atabilmiştim.
İki ay sonra hastahaneden çıktım, bir ay da evde nekâhet devresi geçirdim. Daha son-ra Dârüşşafaka ve Kuleli Askeri Liselerindeki derslerime devama başladım.
Hastahaneden çıktığımı ve afiyette olduğumu İffet Bey’e bildirmiştim. Meğer hastahanedeki ümitsiz hâlim, öteye beriye ölüm haberi olarak yayılmış. Maliye As-keri Lisesi’ndeki talebemden İzmir sevkiyat memuru Yüzbaşı Sünûhî de bunu işit-miş ve söz arasında İffet Bey’e söylemiş.
Bir gün “sihhatinizin iş‘ârı” diye İzmir’den bir telgrafname geldi. İmzası “İffet” ol-makla beraber cevabın “Sünûhî” namına verilmesi yazılıydı. Cevabı verdim. Lâkin Sünûhî namına cevap verilmesindeki hikmeti anlayamadığım için sebebini sordum. İffet Bey 10 Ağustos 940 tarihli mektubunda şöyle diyordu:
“Cenâb-ı Hayy-i lâ-yemûta sad hezârân hamd ü senalar olsun ki sıh-hatinize dair olan tebşîrname elime vasıl oldu da bihakkın ye’s ü matemle dolu dil-i sad-pâremi hakikaten ihya eyledi. Aman üstadım; mesele şu idi: Burada sizin şakirdlerinizden Yüzbaşı Sünûhî Bey namında bir zat vardır ki sevkiyat müdürüdür. Bunun Maliye mümeyyizlerinden Tevfik Bey na-mındaki ahbabı benim de iyi bir dostumdur. Bir gün Tevfik Bey’le görü-şürken dedi ki sizin yâr-ı cânınız Tâhir Bey’in şakirdanından burada Sünûhî Bey namında bir yüzbaşı var. Hocasının ahbabı ol-duğunuz için çoktan ziyaretinize gelecekti. Fakat vazifesi başından ayrılmasına imkân olmadığından sizin gelmenizi rica ediyor. Bunun üzerine kalktım, sevkiyata gittim. Bu zat, Tâhirü’l-Mevlevî’nin terbiye-kerdesi olduğunu her hal ve tavrıyla ve yüksek nezaketiyle isbat etti. Beni büyük bir ihtiram-la karşıladı, muhabbete başladık. Hep sizin yüksek menâkıbınızı, ders es-nasında bilmünâsebe söylediğiniz fıkraları, yaptığınız edebî sanatları ve nükteleri yad etti. Neticede, işte merhum hocam, böyle kıymetli ve yüksek-ti, dedi.
Bunu söyleyince, aman oğlum, merhum deme. Maşaallah iyileşti. Vâ-kıâ ameliyatta çok elem çekti, ama hamdolsun son mektubunda iyileştiği-ni yazıyordu, dedim. Mektubu kaç günlük, diye sordu. Üç haftalık var, dedim. Ben, bir hafta evvel bir arkadaşımla görüştüm, bu kara haberi o verdi, deyince, aman Al-lahım, içime fenalık geldi, az daha bayılacaktım. Kalemi elime aldım, derhal o telgrafı yazdım ve Sünûhî Bey’in adresini verdim ki o da sihhatinizden haberdar olsun. Sihhat haberiniz gelince dünyalar benim oldu. Allah için Sünûhî Bey de çok sevindi..”
Zavallı İffet! Şu sâde ve samimi ifade ile hadiseyi ne güzel canlandırmış ve kalbî tees-sürünü ne kadar vâzıh anlatmıştı. Onun kara haberi üzerine ben de şâyianın doğru olup olmadığını İzmir’den sordum. Aldığım cevap, maalesef o haberin sıhhatini teyid etti.
İffet Bey’in hastalığı
İffet merhum, daima kalbinin rahatsızlığından, tansiyonunun yüksekliğinden bahseder, hemen her vakit:
Kalbimin bin yerinde âfet var
Sanma artık cihanda İffet var
beytini okurdu. Arada sırada hastalanır, tedavi altına alınırdı. Garibi şu ki doktorlar kendisine istirahat tavsiye ettikleri halde o, mektup hatta gazel ve nazire yazmakla yo-rulur dururdu. Mektuplarından nakledeceğim birkaç fıkra bu hususta bir fikir verebilir.
24.5.1933 tarihiyle Eyüp’ten gönderdiği bir tezkireden:
“Bi-hikmetillah Pazar gününden beri hastalığım nüksederek oldukça bir ıstırap içindeyim. Bu sefer ateş de geldi. Evvelki gün derece-i harâret otuz dokuzu bulmuştu. Doktor, lâ-ekal on gün kadar evde istirahati şid-detle tavsiye ve tenbih etti. Filhakîka çok mecalsiz kalmışım hazret, sanı-rım ki Hâfız’ın

چنين قفس نه سرایِ چو منِ خوش الحانيست
رَوم به گلشنِ رضوان که مرغِ آن چمنم

beytinin medlûlü olmağa çalışıyorum. El-hükmü ve’l-kudretü lillah..”
Tarihsiz bir mektubundan:
“Hastalık mahsûlü olarak bir de gazel takdîm ettim, amma tâliine bir de nazire lutf edilmiş, o vakit minnettarlığım dü-bâlâ olacağı şüp-hesizdir..”
Yine tarihsiz bir mektubundan:
“Kalbim hasta, ruhum hasta, bütün mevcûdiyetim hastadır. Bilmem amma kendim bile bu hâle hayranım vallahi. Bu kadar metanetime, bu derece gayretime rağmen kendime hâkim olamıyorum vesselâm. Lütfen tanzîri istirhamıyla şu yeni gazelimi de takdim ediyorum.”
Yine tarihsiz bir mektubundan:
“Vallahi’l-Azîm şu takdim ettiğim arîzayı yazmak için belki on gün uğraştım. Günde üç beş satır ancak yazabiliyorum. Cenâb-ı Mev-lâ cümlemize muîn olsun.”
Yine tarihsiz bir mektubundan:
“İzmir’e geleli esîr-i firâşım. Doktor, bendenizi her türlü yemekten ve okuyup yazmaktan; sigara, kahve, çay içmekten kat’iyyen menetti. Yirmi dört saatte ancak ve ancak bir kilo süt , işte şimdilik gıdam bundan iba-ret. Tansiyonum yirmi iki buçuk. Doktorun korkması, bu tazyikten bir hangi damar patlar diyedir… Bu memnûiyyet-i şedîde karşısında her çi bâdâ bâd diye size şu arîzayı yazıyorum hazret. Tuhaflığa bakınız ki ac-zime, hastalığıma bakmayarak o birer pırlanta mahiyetinde bulunan ga-zellerinize güya nazire yazarak takdim ediyorum. Hakkında tenkîdât-ı üs-tâdânenizi temenni eylerim…”
İffet merhumun nazire yazmak ve yazdırmak meraklısı olduğundan yukarıda bahset-miştim. Sihhatte bulunan bir adama bundan dolayı bir şey denilemezse de okuyup yaz-maktan hastalık dolayısıyla menedilen bir kimsenin böyle şeylerle uğraşmasına galiba “şairlik”ten başka bir tabir bulunamaz. Merhum bu mektubunda -yine şairlik diyebilece-ğim- garip bir teklifte bulunmuş ve demişti ki:
“Büyük ve kıymetli üstadım, size can ü dilden bir istirhamım var. Bir emr-i hak vukuunda uhuvvet-i ezeliyyemiz icabınca hakkımda bir mersiye yazacağınız şüphesizdir. Lütufkâr ve mürüvvetmend kardeşim, beni şim-diden ölmüş farzederek o zaman yazacağınızı yazsanız, ben de okusam, sihhatim üzerinde âb-ı hayât tesiri yapacağından eminim. Bu büyük lütfu bü-yüklüğünüzden beklerim..”
İkinci mektubunda bu teklifi şöyle tekid ediyordu:
“İstirham eylediğim mersiyemi büyük ve yüksek asalet ve irfanınızdan beklerim. Cenâb-ı Mevlâ’nın haşa sümme haşa lütf u inayetinden kat‘-ı ümîd etmiş değilim. Dilerse hepimizi Nuh kadar muammer kılar. Ancak bilmem nedendir, hakkımda mersiyenizi görmek isterim, muazzez kardeşim.”
Tabii bu teklif, lâzım gelen tesliyet-âmîz sözlerle geçiştirildi. Şairlik merakı de-diğim bu arzuyu göstermekte -benim bildiğime göre- İffet merhum ikinci olmuş, birincilik şerefini Sünbülzâde Vehbî kazanmıştı.
Merhum, gözlerine amâ geldiği ve hayatının son günlerini geçirdiği sırada mü-verrih Sürûrî iyâdetine gitmiş. Vehbî ona: “Sürûrî! Bana müessir bir tarih söyle de hayatımda işitip ağlayayım.” demiş. Sürûrî de bedâheten ve latife olsun diye:
İmrüü’l-Kays ile haşr olsun ilâhî Vehbî
mısraını okuyunca, İmrüü’l-Kays ile haşrolmak, Cehennemden çıkmamak demek olduğunu pek iyi anlayan Vehbî: “Ziyanı yok. İmrüü’l-Kays lakırdı anlar bir adam-dı. Onunla sohbet edilebilir.” cevabını vermiş.
İffet merhum “haremeyn-pâyeliler”dendi yani bir İzmir’de bir de İstanbul’da olmak üzere iki refîkası vardı. Asıl haremi, daimî hasta ve yatakta olduğundan İffet Bey ikinci haremini onun ısrarıyla almış, fakat uzun müddet ehl ü iyal olan bu i-kinci kadın, bir para meselesinden kocasını bırakıp gitmiş, onun savuşması İffet’i bir hayli müteessir etmişti.
1939’da İzmir’deki haremi vefat eylediği cihetle merhum, bekâr yani şimdiki tabir ile dul kalmıştı. Bana gönderdiği bir mektupta diyordu ki
“Hayli zamandan beri rahatsız olduğunu arz ettiğim kırk beş senelik refîka-i hayâtım, bu kere rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştur. Onun firâk-ı ebedîsi, zaten fena halde bulunan ahvâl-i sıhhiyyemi daha fazla dehşet-lendirmiştir. Vallahi, her gece sabahı ve her sabah acaba akşamı bulacak mıyım diye düşünüyorum. Doktorlar, ilaçlar gırla! Fakat bir faidesi gö-rülmüyor. İçimde dehşetli bir sıkıntı, can çekişmesi gibi garip bir hal var-dır.”
Bunun üzerine yazdığım ta’ziyetnâmeye cevâben gönderdiği 7 Şubat 939 tarihli mektupta:
“Düçâr olduğum mâtemden dolayı ibzal buyrulan teselliyât-ı ârifâneleri dolayısıyla hâk-i pây-i âlînize arz-ı şükrân-ı bî-pâyân eyle-rim, aziz üstadım. Ebediyyen var ol. “Demek zevciyyetten ferdiyyete intikal ettiniz. Bundan böyle de tek durunuz” yolundaki ihtâr-ı âlî-i kâr-âgâhîleri cidden pek kıymetli ve bendeniz için eslem-i tarîktır, şâ-hım efendim.”
dediği halde hemen evlenmeye kalkışmıştı. Bir üçüncüyü aldı ve geçinemedi, bıraktı. Daha sonra ikincinin müracaatını kabul etti. İstanbul’a geldi, onu aldı, İzmir’e götürdü. Sonra tekrar İstanbul’a getirdi. Son defa İzmir’e götürüp götürmediğini bilmiyorum. Zan-nederim ki bu haller de onun sıhhatine fena tesir yaptı. Son zamanlarda gönderdiği 31 Mayıs 941 tarihli mektupta ise şöyle diyordu:
“İltifatnamenizin cevabını şimdiye kadar geciktirdiğimin yegane se-bebi, dehşetli hastalığım idi. Amma ne sanırsınız? Alimallah “Ve’l-ba‘sü ba‘-de’l-mevti hakkun” sırrına diri diri mazhar oldum. Dakikadan daki-kaya canım çıkacak diye bendenizi sabahlara kadar bekliyorlardı. İnşal-lah mülâkâtımızda îzâhat arz ederim.”
İffet Bey’le son görüşmemiz
941 Ağustos’unun on birinci günü idi ki bilmem nereye gitmek için evden çıkmış-tım. Avdetimde İffet Bey’in geldiğini, beni bula-madığı için tekrar gelirim dediğini ha-ber verdiler. Kendisinden bahsedilmesini pek seven hazreti sevindirmek ve geldiği va-kit hediye olarak vermek üzere şu manzumeyi yazdım:
Remel: Feilâtün feilâtün feilâtün feilün
Eve döndüm, dediler: Hazret-i İffet geldi
Çıkışından azıcık sonra o hazret geldi
Hem yerindim bu işe, hem de sevindim cidden
Kalbime hüzn ile birlikte meserret geldi
Bulunup görmediğimden onu mahzûn oldum
Çıkışımdan dışarı nefse nedâmet geldi
Lâkin İstanbul’a gelmiş diye mesrûr oldum
Fikr-i teşrîfi ile rûha şetâret geldi
Nice demden beri bîgâne iken nazma zebân
O şetâretle ona feyz-i belâgat geldi
Çok mu bir böyle gazel yazması sâkit-kalemin
Onu intâk edecek zât-ı fazîlet geldi
Gelir elbet, görünür, Tâhir’i taltîf eyler
Şehr-i İstanbul’a mâdâm ki İffet geldi
İki üç gün sonra bir sabah hazret göründü, kucaklaştık, istifsâr-ı hâtırda bulunduk. “Ben sizi İzmir’de sanıyordum, meğer İstanbul’a gelmişsiniz.” dedim. “Hasbe’l-îcâb geldik.” cevabını verdi. Cem‘-i mütekellim sîgası kullanmasından yalnız olmadığı an-laşılıyordu. Ben de kimlerle ve neden geldiğini sormadım.
Eyüp’te ahibbâsından birinde misafir olduğunu ve ev aradığını, çünkü kendi evini tamamiyle kiraya verdiğini, ev bulup taşındıktan sonra bana yeni adresini bildireceğini söyledi.
“Geldi” manzumesini verdim, sevine sevine okudu, çok beğendi ve pek çok teşek-kür ederek cebine koydu. İstanbul’daki tanıdıklarını ve o meyanda şair Hüseyin Sîret Bey’i sordu. “Arnavutköyü’nde bir ev almış, oraya taşınmış.” dedim. Bugün ziyaretine gitsek.” teklifinde bulundu. “Peki.” dedim. Öğleden sonra tramvaylarda itile kakıla Ar-navutköyü’ne gittik. Epeyce dolaşıp aradıktan sonra evi bulduksa da sahibinin orada olmadığını haber aldık. Vapurla köprüye geldik. Orada o Eyüb’e, ben Taşkasab’a git-mek üzere ayrıldık. İşte merhumla son görüşmemiz bu olmuştu ki 1941 Ağustos’u i-çinde idi.
İffet Bey’in ölüm haberi ve irtihâli tarihi
1941 Eylül’ünün yarısından sonra bir gece bize gelmiş olan talebemden Muallim Haldun en son Havâdis gazetesinde İffet Bey’in vefatına dair bir fıkra gördüğünü söy-ledi. Müteessir olmakla beraber inanmak istemedim. Haldun, gazeteden kesmiş olduğu fıkrayı uzattı ki şöyle yazılmıştı:
“Bir divan şairi öldü! Divan edebiyatının en son üstadlarından ve Tokadîzâde Şekîb neslinden şair Ali İffet İzmir’de ölmüştür. Ali İffet, İzmir’de olduğu kadar İstanbul saz ve söz âleminde tanınmış bir zattı. Vefatı teessür uyandırmıştır.”
Bu fıkranın verdiği haberler ekseriyet itibarıyla yanlış olduğu için asıl kara haberin de öyle çıkmasını temenni ediyordum. Teessür ve tereddüt içinde kaldım. Benim ölüm haberim İzmir’de şüyû‘ bulmuştu. Belki bu da öyle bir şâyiadır, diyor, İffet’in ölmüş olmasına inanmak istemiyordum.
Meselenin tahkik ve tebliğini İzmir Evlenme Memuru eski talebemden Bay Cemal Öztuğ’a yazdım. Bir de keyfiyetin Eyüp’ten soruşturulmasını ora Orta Mektebi İngiliz-ce Muallimi Üstad Bay Muhyiddin Râif’ten rica ettim. Üstadın tahkiki, gazete havadi-sini maalesef teyid eylediği gibi, Bay Cemal’in gönderdiği 7.11.941 tarihli mektupta tekid etti. Bay Cemal, benim mektubumu mezuniyetten avdetini müteakip okuduğunu ve cevabının ondan dolayı geciktiğini yazdıktan sonra diyordu ki:
“Muhterem Ali İffet’i maalesef kaybettik. Karşıyaka’da ikamet ettiği evde ani olarak bir fenalık gelmiş ve hayata gözlerini kapamıştır. Merhum, sizden her aldığı mektubu bana telefonla okumak yahut daireye kadar gel-mek külfetini ihtiyâr ederdi. İki sene evvel benim tavassutumla evlenmeye teşebbüs ettiyse de bazı arızalardan dolayı tahakkuk etmedi. Bilahare on sekiz seneden beri irtibatını kestiği ailesi İzmir’e gelerek birleştiler. Ölümü, edebiyat âlemi için bir kayıptır. Ona Cenâb-ı Hak’tan mağfiret temenni e-derken size de uzun ömürler diler ve hürmetle elleri-nizden öperim.”
Yine Bay Cemal 21.12.941 tarihli mektubunda şu malumatı vermişti:
“Merhumun vefatı tarihi 11.9.941’dir. Sekte-i kalpten vefat etmiştir. Karşıyaka’da Soğukkuyu Kabristanına defnedilmiştir. Merhumun vefa-tından bir hafta evvel bir hafîdi dünyaya gelmiştir. Giritli Sâkî Bey’e: “Hazretim geldi, artık bana da yol göründü.”demiş ve:
Hakk’ın inâyetiyle daha sağ iken bugün
Gördüm cemâl-i İffet’i bir tâze çehrede
beytini söylemiştir.
Ali Bey, tahsilini Resmo Rüşdiye’sinde ikmal etmiştir. Hocası Balıkesirli Ahmed Sabri Efendi merhum, afif ve çalışkan talebesine birer mahlas ver-mek suretiyle mükâfatlandırırmış. Ali’nin ismi sonuna İffet’i ilâve ile onu taltif eylediğini üstad merhumun mahdumu Muzaffer Bey’den öğrendim.”
Nihayet o acı hakikate ben de inandım ve İffet’in ebedî firâkıyla yandım.
Merhum emsâline az tesadüf edilir kâmil bir insan, benzerine pek az rast gelinir ve-fâkâr bir dost idi. Bu yüksek iki meziyetine nisbetle şairliği epeyce geride kalırdı. Zira nazımda vasat dereceyi geçmemişti. Ben onu şairliği için değil, insanlığı ve dostluğu dolayısıyla yürekten sever ve hürmet ederdim. Vefatıyla rahîm ve kerîm ve şefîk ve sıddık bir muhibb-i muhlisi kaybetmiş oldum. Cenâb-ı Hak, ruhunu şad eylesin.
İffet’in gaybûbetiyle ruhumun ağladığı ve kalbimin sızladığı bir sırada merhumun evvelce istemiş olduğu mersiye hatırıma geldi. Zaten o istemese de ben vefatı tarihini yazacaktım. Çünkü bizim nesil şairlerince ölüm köprüsünde sıra bekleyenlerin, nevbet-i mürûru savuşturmuş olanlara tarih yazması mutad bir usuldür. Binaenaleyh ben de o acıklı usule uydum ve İffet’in vefatı senesini şu suretle tespit ettim:
Hafîf: Fâilâtün mefâilün feilün
Aklı medhûş eder şu köhne cihân
Mesken ammâ ki men aleyhâ fân
Bir umûmî otel ki züvvârı
Bî-irâde gelir, olur mihmân
Sığınır zîr-i sakfına, sevinir
Kalmak ister yerinde tûl-i zamân
Nâgehân bir sefer çıkar ademe
Evveli kabr olur, sonu nisyân
Çend rûze ikâmete kapılıp
Bî-tedârük yola çıkan insân
Sefer-i muztarında bî-şübhe
Kalacak aç, susuz, sefîl, üryân
Buna mebnî ki âgehân-ı ibâd
Eylemezler cihâna rabt-ı cenân
Iztırârî olan bekâ yolunu
Her biri gözlemektedir her an
Biri de bunların Alî İffet
Ki idi rûhu maşrık-ı irfân
Bir müsemmâ-yı tâm idi adına
Yoktu onda şevâib-i vicdân
Hüsn-i ahlâk ile vefâ-kârî
Ülfetinden olur idi rahşân
Hubb-ı Hak, aşk-ı pâk-i Peygamber
Sînesinden eder idi feyezân
Aşk idi kâinât-ı ezvâkı
Aşk etmişti şi‘rine sereyân
Gûş edince nidâ-yı Ma‘şûk’u
Oldu bin şevk ile o sûya revân
Rûh-ı müştâkına o merhûmun
Eylesin Hak tecelli-i gufrân
İltifât-ı celîl-i Peygamber
Kalbini eylesin onun şâdân
İki mısra‘ düşürdü rihletine
Kilk-i Tâhir olup da girye-künân
Biri lafzî vü dîgeri menkût
Olalar fevtine cihânda nişân
Sâl-i hicrî bin üç yüz altmıştı
Rûh-ı İffet behişti kıldı mekân
(سال هجری بيک اوچ يوز آلتمشدی)
(روح عفّت بـهشتی قيلدی مكان) 1360
Merhûmun mahdûmu ve Hakkârî vilâyeti Emniyet âmiri Bay Yûsuf Sîret’in Mektubu
Pek Sayın Bayım,
Bendeniz merhum Ali İffet Bey’in mahdûmu Yûsuf Sîret’im. Belki rahmetlinin ağzından bu ismi işitmemişsinizdir. Hâlen Hakkârî vilâyetin-de bulunmaktayım. Vazifem Emniyet âmirliğidir. Buraya pederimin vefa-tını müteâkib tayin edildim. Dünkü posta ile İzmir Evlenme Müdürü Bay Cemal’in taahhütlü bir mektubu ve içinde bulunan ve pederim için tarafı-nızdan yazılan vefatiyeyi aldım. Bu hususta gösterdiğiniz alâka ve sami-miyete çok teşekkür ederiz. Bu ka-ra haberin zât-ı âlînizi çok müteessir et-tiğine kâniim. Çünkü candan seviştiğinizi rahmetli daima sözleri arasında söylerdi.
Ölümü hakkında kısaca malumat vermek muvâfık olur zannındayım. 2 Eylül 941 günü İstanbul’dan gelmişti. Kendisini vapurdan karşılamıştım. O dakikada kalbimde bir sızı duydum. Çünkü kendisi zayıf ve halsiz duru-yordu. Arada sırada öksürüyordu. Ben “Baba, kendini nasıl üşüttün?” dedim. “Oğlum, vapurun içi çok sıcaktı. Güvertede oturdum. Serin bir rüzgâr esiyordu. Ben fark ettim. Fakat hoşlandığım için yerimden kımıl-damadım. Ama kendimi üşüttüm zannederim” dedi.
Eve gittik. Benim bulunmadığım bir sırada ablama: “Âdile, bu sefer beni gömeceksiniz” demiş. O gece oturduk, konuştuk ve gülüştük. Yatmak zamanı gelince de arkasına kupa çektik, tentürdiyot sürdük. Bendeniz o zaman Karşıyaka Polis Merkezi Baş-komiseri olduğum için gece kara-kolda yatmak mecburiyeti vardı. Kalkıp karakola gittim. Ertesi gün öğle-ye doğru pederin rahatsızlığı fazlalaştı diye telefon ettiler. Derhal kendi-sinin sevdiği Doktor Es’ad Cimcöz’ü alıp götürdüm. Muayene etti. Reçe-tesini yazdı. Ondan sonra konuşmaya başladılar. Peder: “İstanbul’da i-ken Abdülaziz Mecdî Efendi’yi gördüm. Fazla hasta idi. Çok canım sıkıl-dı. Bu rahatsızlığım o teessürün neticesidir” dedi. Es’ad Bey de “Dün tel aldım. Sizlere ömür! Dünyasını değiştirdi” mukabelesinde bulundu. Bu sırada pederin yüzü değişti. Çok fenalaşmıştı. Gözleri yaşardı ve hüngür hüngür ağladı. Doktoru teşyi’ ederken sordum: Kalp çok fenadır. Şimdi-lik buhran geçti. Fakat daha birkaç buhran beklenebilir. Kalbini takviye edici ilaçlar verdim, dedi. İlaçları yaptırıp götürdüm. İçti, hakikat iyileş-meye yüz tuttu. Ertesi gün daha iyi oldu. Fakat iki gün sonra müthiş bir buhran geldi. Boğuluyor gibiydi. Yüzüne, başına kendi isteği üzerine so-ğuk sular döküyor, kalbine masaj yapıyorduk. Bendeniz hemen Es’ad Bey’le Mahmud Şevket ismindeki doktorları getirdim. Muayene ettiler. Koluna iki iğne vurdular. Fakat zavallı babacığımın bu sefer yüzü sarar-mıştı. Doktorlarla konuşamıyordu. Es’ad Bey pederle konuşmak istiyor-du. Pederin cevap veremeyecek bir halde olduğunu görünce sustu. Çünkü nefesini zorlukla alıyor ve müthiş ıstıraplar geçiriyordu. Doktorlar gider-ken fikirlerini sordum. Gelecek buhranlardan korkulabilir. Fennin gös-terdiği tedaviyi yapıyoruz, ötesini Allah bilir dediler. Yalnız Es’ad Bey düşünceli ve müteessirâne mırıldandı: Fakat yüzü sarardı. Bu kelime, yü-reğime müthiş bir acı çöktürdü. Çünkü doktorun bu hâli ve sözü bir ümit-sizlik telkin etmek istiyordu.
O günün akşamı rahatsızlığı yine hafiflemişti. İyileşti diye seviniyor-duk. Bizimle gülüşmeye başladı, ayağa kalktı, oda içinde gezindi. Ertesi gün öğle üzeri karyolada yatıyordu. Ben, “Baba, nasılsın?” diye sordum. “Yûsuf! Bir saat evvel daldım, kendimi kaybettim” dedi. “Uyudunuz şu halde!” dedim. Müteessirâne başını salladı. Bir şey söylemek istiyordu, fakat beni müteessir etmekten çekinir bir hâl aldı. “Hayır, hayır! Bu bir uyku değildi. Başka bir âleme daldım. Ben uykuyu bilmez miyim?” dedi.
Bendeniz vazifeye gidince rahmetli sofaya çıkıp mindere oturmuş. Karşısında oturan ablam da ev işleriyle meşgul bulunuyormuş. Bu sırada peder kelime-i şahâdet getiriyor ve Kur’ân-ı Kerim’den bazı âyetler oku-yormuş. Sonra ablama: “Âdile! Ben ölünce annenin yanında bir yere gömdürünüz” demiş.
Akşam bir arkadaşımı gördüm. Pederin rahatsızlığını söyleyince gör-mek istedi. Eve gittik, oturduk, konuşmaya başladık. Rahmetli o gece çok neşeli idi ve çok iyi görünüyordu. Konuşma arasında kuvvet meselesi mevzûbahis oldu. Peder: “Ben bu yaştayım, gel şu bazumu sık bakayım” dedi. Arkadaşım da gitti, bazusunu sıkmaya uğraştı. Hakikaten o yaşta bazusu sıkılamayacak kadar sertti. Arkadaşım hayretle dudağını ısırdı.
Ertesi gün de bir şey yoktu. Yalnız akşam gidişimde biraz değişmiş buldum. Ama yine bir fevkalâdeliği yoktu. Biz mütemâdiyen doktorların tavsiyelerini yerine getiriyor, ilaçlarını muntazaman veriyorduk. Yine o gece vazifeye gitmek üzere geç vakit evden ayrıldım. Sabahın altısı idi. Karakol nöbetçisi beni kaldırdı. Kalem odasında ailemi telaşlı ve ağlar bir vazi-yette gördüm: Aman çabuk, Bey baba bayıldı!” dedi. Hemen o-tomobille doktoru eve götürdüm. Ne çare! Zavallı babacığımı sofanın minderinde sırtüstü yatmış, gözleri kapalı ve yüzü sararmış bulduk. Me-ğer o bayılmış değil, ölmüştü.
Doktor muayenesinden sonra başınız sağolsun, dedi ve yanımızdan ay-rıldı. Dünyaya ebediyen gözlerini yumduğu tarih 11 eylül 941 Perşembe günü idi. Vasiyeti mucibinde üç sene evvel validenin yanıbaşında kazdırdı-ğımız mezara o günün saat üçünde gömdük. Kabristan, Karşıyaka’nın Asrî Kabristanıdır.
Biz üç kardeşiz. Âdile isminde bir hemşirem vardır ki büyüğümdür. Ondan sonra bendeniz geliyorum. Bir de Fâtıma isminde diğer bir kız kardeşim vardır ki bu da küçüğümüzdür. Merhumun bizden başka kimsesi yoktur.
Hakkârî Vilâyeti Emniyet Âmiri
Sîret Aktan
İmza
Ali İffet’in terceme-i hâli
“Ali İffet, Arabzâde Mustafa İzzet Bey’in oğludur. 1869 (4 Muharrem 1386)’da Resmo’da doğdu. Resmo İdâdî Mektebi’nde okuyarak şahâdet-nâme aldı. Hususi muallimden fıkıh, ferâiz ve Mesnevî okudu. Memleketin-de bazı memuriyetlerde bulundu. Girid’in irtibatı kesilince İstanbul’a geldi. Vilâyetlerde Adliye memuriyetlerinde kullanıldı. Üsküp’te İstînâf Mahke-mesi Hukuk Dairesi başkâtibi iken Meşrutiyet ilan olunduğunda Envâr-ı Hürriyet namıyla bir gazete neşreyledi.
Memuriyetinden istifa ederek İstanbul’a geldi. Hürriyet ve Siper-i Sâi-ka-i Hürriyet gazetelerinin başmuharrirliğini ifa etti. Pangaltı ve diğer mevkiler memurluklarında bulundu. Hukuk Mektebi’nde imtihan edilerek birinci sınıf dava vekâleti ruhsatnamesi aldı. Beyoğlu Polis Müdüriyeti kısm-ı idarî riyâsetine ve Umumî Harbin bidâyetinde İzmir Emniyet müfet-tişliğine tayin olundu. Vali Rahmi Bey’le araları açıldığından kendi talebiy-le tekaud edildi. Bay İffet nazik, terbiyeli ve liyakatli bir zattır. Pek çok manzumesi varsa da bir araya toplanıp basılmamıştır.”
Türk Şairleri - Üstad İbnülemin Mahmud Kemal
Muhterem üstadın verdiği şu malumata ilâve edilecek bir şey varsa İffet’in Gazel-lerim unvanlı bir risâlesinin 1937’de tab‘ edilmiş ve kendisinin 11 Eylül 941 tarihinde İzmir’de vefat eyleyerek Karşıyaka’daki Soğukkuyu Mezarlığı’na gömülmüş olmasıdır. Rahmetullâhi aleyh.

Hiç yorum yok: